Günümüze dek nüfusunu oluşturan tüm bileşenlerin tartışmasız memnun olabildiği bir toplum kurulamamış. Genellikle çoğunluğu oluşturanlar tüm toplumu yönetmiş. Bu ya göreli bir demokrasi ya da hâkim bir kişinin, grubun, hanedanın vb çoğunluktan aldığı güç ile tümü yönetmesine dayanmış. Bu konu felsefeden sosyolojiye hala tartışılıyor. Kuruluş dönemleri böyle. Gelişip büyüme dönemlerinde ise yöneticiler dayandıkları bileşenler ve dinamiklerin el verdiği ölçüde başarılı olmuş. Bu kapasite, toplumu oluşturan farklı akraba, etnik, dini, mezhepsel, ideolojik vb grupların bir arada yeterli tatminden pay alamamaları durumunda en güçlü imparatorlukları bile bir arada tutmaya yetmemiş; dağılıp, çökmüşler. Yani konu her zaman paylaşım, talep ve maddi manevi alışveriş düzeyinde kalmış. Ev içi ekonomi bozulunca güç bitiyor. Bu insanın doğasında var. Ayrıca dünya sürekli bir rekabet ortamı içinde. Hiçbir toplum, diğerinin sorunlarını çözmesinde içten bir destek vermiyor, yıkılanın mirasını paylaşmayı yeğliyor. Bu amaçla da tarih bile yeniden yazılıp, yaşananlar işe geldiği gibi çarpıtılabiliyor. Eski imparatorlukların tümünün kaderi bu olmuş. Günümüzdekilerin de bu maddi manevi iç ekonomilerini başarıyla koruyup geliştiremediklerinde sonu aynı olacak. Bu yüzden toplumları (ve son kertede dünya nüfusunu) oluşturan bileşenler ve dinamiklerin, birbirleri ile adil bir “karşılıklı bağımlılık (inter - dependence)” içinde yaşayabilecekleri sistemler araştırılıyor. Bu konunun ana fikri, toplumsal düzende de biyolojik ve fiziki alemdeki gibi rekabetlerin ortak yaşaya (simbiyozis) çevrilebilmesinde yatıyor. Aslında makro sosyal düzeylerde hala başarılamamış olan bu düzen, doğada ve mikro alemde örnekleri görülebilen bir olgu.
Evrende her ne var ise birbiri ile iletişim etkileşim içindedir. Bu düşünce günümüzde felsefi bir görüş olmaktan (çoktan) çıkıp, fiziko – kimyasal ve biyolojik bir gerçeklik olarak kabul edilmektedir. 21. YY’ ın ilk çeyreğinde “tanecik (kuantum)” bilimi bunun en yaşamsal ve somut kanıtlarını ortaya koymuş durumda. Mikro ve makro varlıkların birbirine dönüşmesi ya da birbirinden ayrışması atomları, molekülleri düzeyinde bazı taneciklerin alış – verişine dayanıyor (Örnek; evrenin ilk elementlerinin başında gelen helyumdan hidrojenin ve sonrasında diğerler elementlerin oluşması böyle gerçekleşiyor). İki ya da daha çok sayıda varlık aynı yer ve zamanda karşılaştıklarında birbiri ile iletişimlerinde genel olarak iki temel olasılık ortaya çıkıyor; ya birbirlerinden (nötr kalıp, yapısal anlamda değişime yol açacak düzeyde) etkilenmiyorlar, ya da bir nedenle karşılıklı tepkiler veriyorlar. Bu ikinci olasılık evrende tanıdığımız yaşamı şekillendiren en temel fiziki ve biyolojik bir sürece yol açıyor, ki buna “bağışıklık sistemi” diyoruz. Varlıklar yapı ve işlevleri temelinde birbirlerini “zararlı” görürse, savaş ve yıkım başlıyor. Tam tersine “yararlı” görürlerse de müthiş avantajlar kazanabildikleri bir uzlaşma dönemi başlıyor. Bugün dünyada var olan canlıların ezici çoğunluğu, uzlaşma yoluyla evrimleşmeyi becermiş. Bunu en güzel, biyolojik örnekleri ile tanıtabiliriz. Bitkilerin (mikro ya da makro düzeyde) “fotosentez” yaparak yaşam enerjilerinin elde etmesi için gerekli “kloroplastlar” böyle bir uzlaşmanın sonucunda bitki hücrelerine yerleşmiş; aslında başka bazı canlılardan geliyorlar. İnsanlar dahi, tüm bitkisel ve hayvansal yaşam formlarında enerji üreten (ve bunun ötesinde yapısal tüm tepkimelerde rolü de olan) “mitokondriyumların” da konakçı canlıların hücrelerine dışarıdan katıldıkları biliniyor. Bunlara biyolojide “İç-Ortakyaşay (endo-simbiyozim)” deniyor. Araştırmalar arttıkça pek çok benzer örnek belirleniyor. Barsak bakterileri olmasa, hayvanların yaşamsal unsurlarından kanlarını bile oluşturmakta çaresiz kalabileceği açık. Bunlar yaşamı şekillendiren uzlaşmaya dayalı etkileşim örnekleri. Diğer yandan “savaşa” dayanan bağışıklık sistemi tepkimeleri de söz konusu. Bunlar karşılıklı olarak varlıkların birbirine katlanamaması (alerji), hasta olmaları, hatta sonu ölüme varan çatışmalara (enfeksiyonlara) vb yakalanıp ağır zarar görmelerine yol açabiliyor. Bu arada ilk kademe olan alerjilerin, varlıkları birbirine tanıtarak tedavi edilebileceğini (desensibilizasyon) de akılda tutmak gerekiyor. Daha ötesinde ise “yaşama karşı (antibiyotik)” tedbirlere baş vuruluyor. Bunlar tıbbi – biyolojik örnekler. Yaşam rekabeti, alan sahiplenme, ekonomik ve psikolojik nedenlerini dikkate alarak, bunların toplumsal benzerlerini (analoglarını) kolayca düşünebiliriz. Bu noktada akla gelen soru bence şu olmalı; fizik ve biyoloji tartışmasız dikkate alınmak kaydıyla, insan bilinci bu düzeyde nasıl seçimler yaparak “insanlık denen ütopyanın” (kendi geliştirdiği) değerlerini koruyabilir? Bilinci buna yeter mi? Bu soruya şimdilik maalesef hayır demek gerekiyor, çünkü çıkar çatışmalarını adil ve tümü kapsayacak şekilde aşmak gerekiyor.
Belki de mümkün olan “bir başka sosyal dünyanın” sırrı da aslında doğada yatıyor.