E. A. Poe’nun şiir diliyle; “Deniz kıyısındaki o krallıkta..” Her şey o kadar güzeldi ki, uygarlıklarına “gökyüzünün kanatlı melekleri bile imrenmiş olmalı…” “İşte bu yüzden, uzun zaman önce, bu deniz kıyısındaki krallıkta, bir buluttan çıkan dondurucu yelle, üşüdü gitti, güzeller güzeli Anabel Lee” gibi, unutuldu Deniz Ülkesi; Mira. İnanılır gibi değil, ancak gerçekten de yalnız Mira, Seha Ülkesi vb gibi Assua Ligi’nin ve ardılı Arzava devletinin uygar krallıkları değil, zamanın süper gücü Mısır ile boy ölçüşen Hitit İmparatorluğu bile anılardan, sözden, masal, destan ve tarihten silindi. Tekrar anımsanışları için kayalara oyulmuş Luvi resim yazılı (hiyeroglif) yazıtların, Hitit başkenti Hattuşa’daki kil tabletlerden oluşan devlet arşivinin, Suriye’deki Ugarit  ve Mısır kayıtlarının son yüzyıl içinde yeniden incelenip, anlaşılması gerekti. Kabaca, 3000 yıl geçmesi gerekti. Günümüzde “insanlığın  gerçek tarihi”, arkeoloji, dil ve genetik gibi üç bilim dalının odağını oluşturduğu, eko-coğrafya, jeoloji, kimya, biyoloji vb gibi bilim dallarının da üstlerine düşeni yaptığı, çok disiplinli bilimsel gruplar tarafından tekrar yazılıyor. Bu durumda bile, hala, bulguları “insan uygarlığının tümlüğünden izole edilmiş kabile öyküleri” olarak değerlendirmeye çalışan ırkçı yaklaşımlar sona ermiş değil. Ancak bu çabalar gerçeği arayan objektif aklın yönettiği çevrelerde etkinliklerini yitirmiş durumda. Güvenilir genetik verilerin kapsamı genişledikçe de, bir gün tümden yok olacaklar. Son İnsan kabilesi olan Homo sapiens’i inceleyen genetik çalışmalar diyor ki, son 2,5 milyon yılda ortaya çıkmış olan tüm insan türlerinin DNA yapısı çok büyük oranda benzeşmektedir. Hatta “son kabilenin” toplam nüfusunun günümüzden 75- 100 bin yıl kadar önce yaşanan bir genetik dar boğaz nedeniyle birkaç bin kişiye kadar azaldığı belirlenmiş durumda. Bunu anlamı şudur: Günümüzde var olan tüm etnik gruplar, kabileler, diller, kültür ve uygarlık yapıtları bu bir kaç bin kişilik kabilenin eseri ve ortak insanlık mirasıdır. Cilt, göz renkleri, kan grubu, organ, metabolizma, biyokimya ve davranış farkları yalnızca çevresel şartlarla kısıtlı kalan (fenotip, ekotip vb gibi) ayrıntılardır. Tüm bu farkların belirginleştiği süreç de tüm insan cinsinin (Homo) türediği 2,5 milyon yılda oluşmuştur. Dünyada yaşamın başladığı 3,8 milyar yılı bir gün olarak alırsak, hepsi hepsi son 57 saniyede gerçekleşmiş. Hatta son kabilenin son buzul çağı zirvesinden günümüze dek süren macerası  (kabaca 20 bin yıl) ise ancak 2,7 salise sürmüş. “İşte İnsan(bu!) (Ecce Homo / F Nietzsche, 1911)” ; bilim insanları tarihi yeniden yazmaya çabalarken, insanlığı bu mantık (logos) üzerine oturtmaya çalışıyor; gerisi masal (mitos). Eğer bu bir yaratılış ise de, genetik değişimler (mutasyonlar) hala sürdüğünden, daha sona ermemiş demektir. Yani yaratılış hala sürüyor ve zaman gerçekten göreceli!

Dünya bir su gezegenidir ve yaşamın kökeni de sudur. Su ülkesi Mira’ da da en büyük yaratıcı güç, büyük olasılıkla (MÖ 4000 – 3000 gibi kuzeyli yabancı kabileler gelmeden önce) bir su ruhuydu. Ancak bu su yer yüzünde değil, altındaydı. Yaşamın sudan çıkışı, dünya folklorundaki en eski ve yaygın yaratılış motifidir (Sümerlerdeki Abzu / Engur gibi. Türkler ve diğer kadim Avrasya kavimlerinde de  benzerleri vardır. Yer altı ruhu olmasının en önemli nedeni de bölgemizin volkanik, dağların denize dik girişi nedeniyle altlarında çok büyük yer altı sularının, ırmakların, mağaraların olması ve sık sık depremlerin yaşanmasıdır. İşte bu özellikleri bir araya getirdiğimizde Poseydon Kültü’nün en arı nitelikleri ortaya çıkar. Çevremizde bu niteliklere uygun en iyi örneklerden biri Davutlar Milli Parkı’ nın bulunduğu Samsun (Mikale) Dağı ve komşusu dağlardır (Söke civarı). En ünlü Poseydon tapınaklarının biri ve kabilelerin buluştuğu kutsal toplanma alanı (sonradan Paniyonya olan) da bu bölgede kurulmuş. Kuzey Avrasya’lı yabancı kavimlerin Akdeniz yöresine inişi ve  Anadolu’ya girişi ile bu niteliklere “at kültürünün” de katılmasını sağlamış. Böylece klasik çağın Poseydon kültü son halini almış. Atların ehlileştirilmesi günümüzden 5500 yıl öncesine dayanıyor. Anadolu’da da hem yabani hem de yerli (otokton) ehlileştirilmiş atların varlığı biliniyor. Ancak at DNA ları üstünde yapılan oldukça yeni bir genetik  çalışmada (S. Guimaraes 2020) Anadolu ve Kafkasya’ ya MÖ 3000 yıllarında ani ve büyük miktarda yabancı ehli atların girişi belirlenmiş. Bu da yukarıda söz ettiğimiz savı destekleyen bir veridir. Doğudan Hitit, Luvi ?, Hurri, Mitanni vb gibi kavimlerin girişi ile ilişkilendirilebilir. Benzeri bir girişin batıdan da olduğu açık. Mira – Kuvaliya’ nın parçaşı olduğu Arzava’da özellikle Hititlere karşı yaşanan isyanlar birkaç yüzyıla yayılarak sürmüş. Tunç Çağı Çöküşü denen ve Hititler ile Mikenler dahil bölgedeki siyasi güçlerin aniden yok oluşunda da rolü olduğu düşünülüyor. Onları öyle bezdirmişler ki, savaşlara destek için Hitit soyluları dini ritüellere de baş vurmak zorunda kalmış.Bunların kayıtlı en ilginçlerinin başında da bir “su büyüsü” geliyor.                        

Öyle ya, su ülkesinin insanlarını ancak su büyüsü durdurabilir diye düşünmüş olmalılar.