Üstyurt Platosu’nun en güneyinden doğudaki Özbekistan sınırına doğru birbirinden ayrık konvoylar halinde ilerlemiştik. Böylece, açık alanda toplu halde bir saldırıya uğramaktan korunmaya çalışıyorduk. Çöle, ince uzun bir yarımada şeklinde uzanan Devkesgen Kala yarının altındaki, karınca yuvası gibi kazılmış olan antik kuyu ve tüneller sisteminden çıktıktan sonra olabildiğince hızlı yol aldık. Yol boyunca Güleda ile uzunca söyleşme olanağı bulduk. Tarihi MÖ 5. YY a kadar uzanan Köne (eski) Urgenç kenti asırlar boyu İpek Yolu’nun hem kuzey – güney, hem de doğu – batı hatlarının kesiştiği bir kavşak noktası olmuştu. O çağlarda Harezm devletinin başkenti ve Orta Asya’nın en önemli yerleşkelerinden biriydi. Moğollar tarafından ağır bir katliamla yok edilmiş, sonrasında ise küllerinden doğmayı başarmıştı. Moğollardan sonra Türkleşen bölge ve kent, mimarisi ile kuzey Hindistan’a dek geniş bir bölgedeki kale, saray, kervansaray ve anıt mezarlara örnek oluşturmuştu. Timur tarafından da, beylerinin kendisine karşı artarda üç kez isyan etmesi nedeniyle barajları, sulama kanalları dahil yıkılarak, tam deyimiyle dümdüz edilmiş ve üstüne arpa dikilmişti. Bu felaketten anıtların ancak bazıları korunabilmişti. Halk daha doğuda, bugünkü Özbekistan’da bulunan Yeni Urgenç kentine göçerek yerleşmek zorunda kalmıştı. Bölgeye sonradan göç eden Türkmen boyları ise küçük köyler halinde Köne Urgenç sınırlarına komşu ovalara yerleşmiş, antik kent harabeleri ve anıtlar bölgesini mezarlık olarak kullanmıştı. Bu son haliyle kent, Unesco dünya mirası listesinde yer alan anıtlarla dolu dev bir ölüler diyarına dönüşmüştü. Yer altı da doğal olarak Üstyurt Platosu’nu aratmayacak kadar zengin bir tüneller, eski binaların zemin altı galerileri ile doluydu. Biz doğrudan kentin kuzey doğusundaki Kırkmolla Tepesi denen, üstünde yine bir kale yıkıntısı bulunan kurgana gittik. Yıkık kalenin kalın ve uzun duvarları ardındaki kalın payandalar arasına yerleştik. Üstyurt’u terk eden çok sayıdaki araç konvoyu süngerin suyu emişi gibi, harabeler arasına kaybolmuştu. Güleda, hava kararmaya başladığında Kırk Molla tepesinden yıkıntıların arasında yanmaya başlayan kamp ateşlerinin nasıl göründüğünü anlattı. Bunların çoğu kaçakçılar, kaçaklar, haydutlar ve her türden tekinsiz grupların kamplarıydı. Birlikte geldiğimiz düzenli Türkmen birlikleri ve Ersarı Taypası’nın oba erleri, “Bize dokunmayan yılanlar..” örneği gibi, bu gruplara hiç ilişmeden, güvenlik tedbirlerini almıştı. Zaman bunu çaresiz, gerekli kılan bir zamandı. Yalnız Güleda’nın ninesi Kam-Aygıl’ın yanında bir korumayla etrafta dolaşıp bilgi toplamaya çıktığı söylenmişti. Buralarda kadim Türkmen gümüş işçiliği yapan bir usta arıyordu.

Hava iyice karardığında Güleda’nın gözlerinden gece göğünü dolduran binlerce yıldızı izliyordum. “Etzel!” dedi; “Yolda bana Nanna ile İnanna ya da ay ve yıldız’ı anlatırken söylediklerin var ya, onlar aslında Attila’nın anıları. Birçok şeyi anımsıyorsun artık, ancak hala ikinizin bellekleri iç içe geçmiş durumda. Onu ve seni 1992 yılının Ağustos sonunda çölde bulduğumuzda, her ikiniz de hasta, umutsuz ve kırgındınız. Sana bunları ayrıntısıyla anımsatacağım. Belki böylece belleklerinizi ayırabilirsin. Yoksa korkarım ölünceye dek böyle kalacaksın. O günlerde gökten yağmur gibi meteorit yağıyordu. Bilirsin biz yalnız yeni ayda değil, yıldız kayınca da dilek tutarız. Attila bunun iki üç yüzyılda bir dünya yörüngesine yaklaşan Swift Tuttle Komet denen bir kuyruklu yıldız tarafından oluşturulduğunu anlatmıştı. O da Aşkabat’ta ki otelde yan odada kalan Japon arkadaşı Tashima San’dan öğrenmiş. Kuyruklu yıldızı o yıl bir Japon uzman tanımlamış. Neyse bunlar işin bilimsel kısmı. Ancak aramızda şöyle bir konuşma da geçmişti. Attila, Ay Korucularından söz edip ‘Çoğu umutlarına, amaçlarına, ülkülerine ulaşamadan ölmüştür! Belki de güneş imparatorluklarına karşı kaybedenlerin dilekleri, ruhlarıyla birlikte yıldızlar olarak gökte, Ay’ın yanında yer alıp, bize tanıklık ediyordur!’ demişti. Yeryüzünde yeşeren yeni nesiller o tutsak dileklere eş umutlar taşıdıklarında, ruhları onlarla eşleşip, yere dönüyormuş. Biz birbiriyle konuşmadan da anlaşabilen insanlarmışız. Bu yüzden gece göğüne bakarken bir dilek tuttuğumuzda umutlarımız ay ve yıldızlarla eşleşiyorsa o yıldızlar yere dönüp aramıza katılırmış. Bu da ortak dileklerimizin gerçekleşmesi için büyük güç katarmış yaşamımıza. Ben şu anda onu düşünüp, korkarak bakıyorum göğe. Attila’nın ruhunu taşıyan bir yıldız dileğime katılmak için kayıverir diye korkuyorum. Onun tutsak bir umut yıldızı olmasındansa, yanımda, kanlı canlı yoldaşım olmasını isterdim.” O sırada Abdukan Bey tepeye geldi. Kam-Aygıl keşiften dönmüş. Kötü haber, bölgedeki en son gümüş ustası yıllar önce ölmüş. Ancak her şeyi bilen, bin yıl kadar yaşlı bir adam yaşıyormuş harabelerde. Adı da çok garipti;

“Mün Saypa-Sakçı!”