Yaşam alanımız (habitat) içinde yalnız insanların var olduğu, kilitli bir kutu değildir. Ne denli sağlam, izole ve korumalı evler, kentler inşa edilirse edilsin, yaşam alanlarımızı diğer çevre unsurları ile paylaşmak zorundayız. Aksi halde bu alanlar bir yaşam alanı olmaktan çıkıp, içindekileri fiziki, biyolojik ve toplumsal ekosistemden koparıp tutsak eden zindanlara dönüşür. Bu görüş kabul edildiğinde, yalnız inşa ve imar etmenin gerçek anlamda bir bayındırlık (varlığını çoğaltma) faaliyeti olmadığı ve tam tersine yaşam yoksulluğuna sürükleyeceği düşünülebilir. Diğer taraftan artan insan nüfusu, toplumsal tercihlere, savaş, afet gibi zorunluluklara bağlı iç ve dış göçler dünyanın her yerinde niteliksiz kentleşmelerin artmasına yol açarken, gerekli bayındırlık alt yapı tesislerini de yetersizleştiriyor. Doğal yaşam alanlarını paylaştığımız diğer insanlar, hayvanlar, bitkiler vb ile olan ilişkilerimizde çok ağır ve sonu genel olarak zayıf paydaşın yok olması ile biten sorunlara yol açıyor. Buna da sağlıklı bir uygarlaşma denemeyeceği de açıktır. Dünyanın yaşanabilirliğini doğrudan ve olumsuz etkileyen insan eliyle yaratılan sorunlar, bu yüzden yalnız çevre kirlenmesi, iklim değişimleri ile sınırlı görülemez. Bu durum genel olarak insanın giderek değişen, değer bilmezlik boyutuna ulaşabilen saldırgan yaşam anlayışına da bağlıdır. Anlayış ve davranış eğitimleri ile çözülmesi gereken sorunlarla karşı karşıyayız. Bu eğitimin temelini de yaşam alanlarımızı ve her tür eko sistemi paylaştığımız diğer insanlar, canlılar ve hatta fiziki coğrafya ile saygılı, dengeli ve uyum temelli bir denge kurmak oluşturmaz zorundadır.

Dünyanın güneyi, ekvatora yakın sub-tropik,  tropik kuşakları ve doğusu son yüzyıllarda(genellikle Kuzeyli egemenler tarafından)sömürgeleştirilerek, doğal kaynakları kendilerine pek bir yarar sağlayamadan yağmalanmıştır. Bunun sonucunda da Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyadaki katma değeri yüksek varlıkların % 90’ı nüfusun % 5-10 gibi çok az bir bölümünün kontrolüne geçmiştir. Sömürgeleştirme süreçleri buralarda yaşayanların doğal eko sistemleri içinde şu ya da bu şekilde dengeli bir uyum içinde yaşama şansını yok etmiş. Yaşam anlayış ve tarzlarını yerine daha iyisini, yararlısını koymadan değiştirmiş. Savaşlar, yoksulluk, kirlilik vb pek çok salgın hastalığı ve sağlık sorununu tetiklemiş. Zaten tarih boyunca veba, sıtma, tifüs, şark çıbanı gibi çibin (sinek, sivrisinek, yakarca vb) bit, pire, kene vb ile tifo, dizanteri, kolera gibi temiz su ve gıda eksikliğine, tüberküloz, cüzam gibi (ek olarak) yetersiz ve niteliksiz beslenme, açlık ile şiddetlenen ve yayılan sayısız hastalık milyonlarca insanın ölümüne yol açmış. Bu hastalıkların tümü günümüzde de vardır ve istila seferleri için pusuda beklemektedir. Dünyanın yukarıda tanımladığımız bölümleri “hastalık kuşakları” olarak görülürken, yaşam niteliğinin daha yüksek olduğu, bizim de içinde bulunduğumuz bir bölge ise hastalıklar açısından “kontrollü bölge” olarak nitelendirilir. Ancak bu “kontrol” kontrolsüz göçlere yol açan depremler ve benzeri doğal afetler, savaşlar, yoksulluk, açlık vb ile zayıflandığı anda yeni ve kıyıcı salgınlara yol açabilecek potansiyel risk kaynaklarıdır. Dünya Sağlık Örgütü bu yüzden 2022 sonunda ilişkili bir uyarı yayınlayarak dikkat çekmeye çalıştı.

19. YY başında ve 1940 lı yıllarda, özellikle Dünya Savaşlarının etkisi ile bayındır, kontrollü bölge kabul edilen Avrupa dahil tüm dünyada başta grip, sıtma, tifüs, tifo ve dizanteri gibi hastalıklar gelmek üzere salgınlar yaşandı. Memleketimizde de özellikle sıtmanın zirve yapması nedeniyle 40 lı yıllarada “sıtma savaş Birimleri” kurularak, öncelikle bataklıkların kurutulması için, doğrudan halkın da maddi ve emek desteği verdiği mücadelelere girişildi. Ege ve özellikle İzmir körfezi kıyıları, ırmakları, deltaları, gölleri bu savaşın en yoğun yaşandığı alanlar arasındadır. Bu savaşın öyküleri ile olumlu ve olumsuz izleri anılmaya değer. Bugün orta yaş üstünde olan tüm yurttaşlarımız zamanında “çibinlik” denen perdeli , yatak üstü odacıklarının” yaşamımızın ayrılmaz parçalı olduğunu anımsıyordur. Bayraklı’daki Halkapınar denen (Diana Hamamları olduğu söylenen) antik bir gölün kurutulması, Narlıdere’deki dev Ökaliptus ağaçları ve sonra Çeşme otoyolu için sökülmeleri, İzmir içi ve çevresindeki pek çok doğal, volkanik ılıca ve içmeler kaynaklarının kapatılması, başta Meles, çayların temizlenip rejimlerinin düzenlenmesi, Gediz deltası (kuş Cenneti) çalışmaları, Bostanlı, çİĞLİ vb gibi kıyı boyunca Karaburun sınırından Foça’ya kadar tüm sazlık ve bataklık alanların, kurutulması gibi sayısız izi belleğimizde hala taşıyoruz. Vourla’dan Urla’ya dönüşüm kolay ve acısız olmadı.            

Her an karşılaşabileceğimiz doğal afetler sonrasında, bunca emek ve acının boşa gitmemesini sağlamak için gerçek anlamda bir bayındırlık seferberliğine hala gereksinim duyduğumuz açıktır.