Aiko, “Jutta patronu General Artur’u kesinlikle yanıltmadı!” dedi. “Hepimizden dikkatli olduğu açık. Bu adamın göz renginin Dr Heinz’tan farklı olduğunu saptadı. Attila denen kişi olmadığını da Tashima San, ilk konuşmalarında değil, ancak sonrakilerde net bir şekilde belirledi. O halde bu kişi tanımadığımız üçüncü biri. Büyük olasılıkla da Ruslar, ya da onların müttefikleri tarafından aramıza sokulmuş olan bir casus. Müthiş yetenekli olduğunu kabul etmeliyim. Yalnız bizi ve şimdi de sizi değil, uzun süredir Kazakları da parmağında oynatmayı başardı. Attila’ya çok değer verdiğiniz belli. Bu yüzden yetkimi aşarak, bunun ve yanındaki kızın eşyaları arasında ele geçirdiğimiz bir dosyayı okumanıza izin vereceğim. Bunlara da Vaiz Dragomir verdi. Attila Moskova’da yakalanıp, gerçek serumu ile sorgulanırken neler olduğunu ayrıntılı şekilde göreceksiniz.”

Güleda gözyaşlarını tutamıyordu; “Öldürmüşler mi?” Aiko, “Hayır!” dedi. “Tam tersine, dosyaya göre sorgulandıktan sonra salıverilmiş.  SP-117 denen ünlü Sovyet işkence ve sorgulama serumunun verildiği kurbanların tüm belleği açılır. Direnmeleri  olanaksızdır. Kesinlikle yalan söyleyemezler. Serumun dozuna göre eğer o sırada ölmezlerse, beyinleri sıkılmış limon gibi büzüşür. Sonuçta her şeyi unutup, bunak bir deliye dönüşürler. Yani şu anda ölümden çok daha kötü bir durumda olabilir.” Güleda acı çektiğini saklamadan ağlıyordu. Ninesi Kam-Aygıl yanına gelip sarıldı. Abdukan ve İslam Beyler de elleri kenetlenmiş, başlarını bir cenaze törenindeymiş gibi yere eğmişlerdi. Aklını yitirmek, Attila gibi bir insana hiç yakışmayan, ölümden bin kez beter bir sondu. Güleda hala kabullenmek istemiyordu.  “Siz tüm bunları dosyadan mı biliyorsunuz. Nasıl bu ayrıntılara ulaştınız?” Aiko ilk kez yüzündeki o sırıtık maskeyi gösterdi. “Tashima San’ı ve Japon teknolojisini küçümsüyorsunuz hanım efendi!” dedi. “Size getirdiğimiz son teknoloji ürünü aygıtların çok daha gelişmişleriyle izliyorlar her şeyi. Görüntü vermem olası değil, ancak vaizin orada olan her şeyin ses kayıtları ellerinde. Böcek falan koyup dinlemiyorlar. Artık uydulardan yönlendirilen taşıyıcı lazer dalgaları ile yerin altına kadar bile ulaşmaları çok kolay.” Güleda, “Yani burada da izliyor olabilirler” derken Aiko kadının sözünü kesti; ”Yok. Ne yazık ki burada yapılamıyor. Nedenini bilmiyorum, ancak sanırım bu Üstyurt Platosu altındaki mağaralar, tüneller ve yerleşkeleri ya doğal bir şey ya da Sovyetlerin kurduğu bir teknik dış dünyadan izole etmiş durumda. Tepemizde elektromanyetik blok oluşturan çelikten bir kubbe varmış gibi. Kimine göre bu binlerce yıl önce uzaylı yabancılar tarafından kurulmuş. Bence derin tünel ve kuyularda Rusların yıllardır yaptığı nükleer denemeler ve kullandıkları tesisleri gözden kulaktan ırak tutmak için yerleştirdikleri aygıtlar nedeniyle oluyor. Üstyurt Platosu neredeyse 200 000 km karelik dev bir alanı kaplıyor. Pek çok ülkeden çok daha geniş bir alan. Üstyurt kitlesi üç yönden, halkın ‘çink’ dediği dimdik uçurumlarla Karakum Çölü, Hazar Denizi ve Aral Gölü düzeylerinden 400 m kadar yükselmiş.  Yalnız güneyde, Türkmen ve Özbek sınırları ötesine doğru giderek alçalan sırtlar var. Doğal oluşumlu dev bir kale burası. Altı da tam bir karınca yuvası gibi. Asırlardır, o kadar çok doğaüstü olay yaşanmış ki, halkın devler, cinler, iblisler, periler ve uzaylılar masallarına inanmamak nerdeyse elde değil. Bulunduğumuz yerden 50 – 60 km kuzeye doğru ise, yer altı eski, yeni pek çok Sovyet nükleer tesisi ile dolu. Şu anda bile onların buraları terk etmiş olduğuna inanmak olası değil. Bence hala aktif durumdalar. Eğer bir gün gerçekten terk etmeye karar verirlerse de arkalarında, sizlere bırakmaktansa havaya uçurup, yok etmeye çalışacaklarından eminim. Bu da öyle klasik patlayıcılarla yapılabilecek bir iş değil. Nükleer ve biyolojik imha silahlarını kullanacaklardır. Sanırım yakın gelecekte, buralarda halkın kafasını  çok daha fazla karıştırabilecek doğa üstü olaylara tanık olacağız.”

O sırada her yerden güçlü bir homurtu gibi, garip bir ses duyulmaya başladı. Ardından oldukça bir yer sarsıntısı ile duvarlar ve tavandan tozlar döküldü. Aiko konuşmasını sürdürüyordu; “Son bir iki gündür böyle küçük depremler sıklaşmaya başladı. Gerçi Üst Yurt’ta bu ender görülen bir şey değil, ancak belki de Ruslar temizliğe çoktan başlamıştır. Bir an önce bu adama ne yapacağınıza karar verin. Getirdiğimiz en az dört kamyon laboratuar aygıt ve malzemesini oldukça uzaktaki bir yer altı galerisinde koruyoruz. Bu daha ilk parti. Onları bir an önce daha güvenli bir bölgeye taşıtmanız gerekir. Bence zamanımız çok kısıtlı.” Güleda duyduklarıyla şaşkına dönmüştü. Tüm bunları zihnimde duyabiliyordum, ancak kıpırdamam, ses çıkartmam olanaksızdı. İkinci raundu da Aiko kazanmış gibiydi. Güleda; “Olup biteni hala tam olarak anlayamıyorum. Ancak bu adam ağır yaralı. Çok dikkatli kaldırıp hazırlayın” dedi.

“Ne olursa olsun o da bizimle gelecek!”