Enderunlu gezgin dervişimiz Evliya Çelebi 1671’de İstanbul’dan çıkıp Kütahya ve Manisa üstünden İzmir’ e gelir. Sonra Sakız ve Rodos adalarına uğrayıp Adana, Halep ve Kudüs yönüyle Mekke ve ardından da Kahire’ye ulaşır; yıl 1672 olmuştur. Bu onun son gezisidir ve seyahatnamesinin de son iki (9. Ve 10.)cildini kapsar. Diliyle, düşüncesiyle ve işleriyle, “Büyük Osmanlı” döneminin son “Osmanlılarından” biridir. Eseri değer biçilemeyecek kadar önemli bir belge oluşturmuştur. Üslubu bazen Herodot Tarihi’ni anımsatır ve ikisine de yapılan bazı eleştiriler de benzerdir. Aralarındaki 2000 yılı aşan zaman farkına karşın (bu toprakların yetiştirdiği diğer bazı gezgin – tarihçilerle birlikte), ele aldıkları çağların büyük toplumsal olaylarının ötesinde, sıradan insanları ile onların her türlü kültürel yaşam ayrıntılarına da titizlikle yer vermişlerdir. Bu noktada Evliya Çelebi’yi hem Büyük Osmanlı özgüvenine sahip bir tarihçi, hem de sıradanlığın ayrıntılarında yatan kültürel gerçekleri gözden kaçırmayan bir toplumsal tanık ve gözlemci olarak niteleyebiliriz. Bu vurgulamaların özel bir nedeni var. Bu nedeni de ancak bu son gezinin yaşandığı zaman dilimindeki eski dünyanın gelişmeleri ile birlikte ele alırsak daha iyi anlatabiliriz. Katolik kilisesinin tek dinli, birleşik bir Avrupa devleti kurma çabası ile başlayarak kıta Avrupa’sında çok uzun yıllara yayılan din savaşları (100 Yıl ve son 30 Yıl Savaşları) dönemi Evliya Çelebi İzmir’e doğru yola çıkmadan ancak 23 yıl önce Avusturya Habsburg Hanedanlığı merkezli Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun dağılması ile pek çok yeni devlet bağımsızlaşmıştır. Fransa / Bourbon Hanedanlığı merkezli bir ittifak kazanmış görünmektedir. Aslında acı bir mezhep savaşı ile Protestanlar yaşama hakkı kazanmış olmaktadır. Yepyeni bir Avrupa doğmaktadır. Deniz aşırı keşifler, koloniler, sömürgelerle ticaret çok ciddi toplumsal, demografik ve ekonomik gelişmelere yol açar. Osmanlı liderliğindeki İslam dünyası ise Orta Avrupa’dan Çin Denizi’ne, Sibirya’dan Orta Afrika’ya kadar uzanan bir derinlikte, duvarlarını örmüş, bu gelişmelerden uzak yaşamaya çalışmaktadır. 1671 Yılında Osmanlı hala büyük ve güçlüdür. Bu yılın 22 Haziran’ında günümüz Ukrayna topraklarında yaşayan Hristiyan Kazak ile Tatar vb güçlerinin buraları yöneten Lehistan (Polonya) – Litvanya Birliği’ne karşı çatışmaları destekleyerek savaş ilan eder. Savaşın başında başarılı olan bir yerel komutan, Jan Sobieski 1674’de Leh kralı olup, Osmanlı tarihindeki çok önemli bir olayın kahramanına dönüşecektir. Osmanlı bu savaşı kazanır ve yapılan İzvança (Zuvarno) Antlaşması ile Leh sınırına kadar olan toprakları alır. Aynı yılın 30 Ekim’inde ise Malta şövalyeleri ve Papalık destekli Venedik Cumhuriyeti, Girit’teki Kandiye Kalesi’ndeki yenilgisini ve bölgenin Osmanlı’ya ait olduğunu kabul ederek barış antlaşmasını imzalar. Evliya Çelebi Osmanlı’nın bu son zaferlerini yaşamıştır. Dipten gelen ve yıkıcı sonuçları ile imparatorluğu yaralayacak olan darbelerin (1683 II. Viyana kuşatması ve1699 Karlofça antlaşması) başlangıcından bir yıl önce, 1682’de ölerek, dünyayı bir son Büyük Osmanlı olarak terk etme lutfuna kavuşur. Son gezisi olan 1672’den 1682 yılına dek yolculuk notlarını büyük bir eser olarak derleyip yazmakla geçirdiğini düşünebiliriz.

1671 Yılında İzmir’den sonra Urla’ya gelen Çelebi, burada da çok ilginç bir bitkinin varlığından söz eder. Urla çarşısını anlattıktan sonra; “Allah'ın hikmeti bu güzellik çarşısının ortasında kahvehaneler köşesinde bir üzüm asması yetişmiş. İki adam ancak kucaklar bir cüsseli ve iri üzüm asmasıdır. Bütün çarşının caddesi üzerine uzun dallar salıp ana yolu baştanbaşa dalları ve yaprakları ile örtmüş ki toz girecek kadar, güneş tesir edecek yer yoktur. Bir koyahtır (geçittir) ki tüm kahvehanede ve güzellik çarşısında hazır olan âşıklar bu ağacın gölgesinde dilber temaşa ederler (seyrederler). Nice bin salkım üzümü yol üzere avize gibi sarkmıştır. Bütün gelen geçen atlılar üzüm salkımlarından alıp yerler. Aşılama ilminde ustalığı olan her bağban (bağcı) marifetini göstermek için bu üzüm asmasına bir kalem üzüm çubuğu aşılayıp bir çeşit daha üzümü hâsıl olur. Böyle herkes bu üzüm ağacına dal aşılaya aşılaya sarı, yeşil, kırmızı kış üzümü, kadın parmağı, ter gömlek, kıradina, kumla, razakı, beylerce, misket, alaca ve siyah üzümün de çeşitleri, kısacası hakir gördüğün (ben) de mahsulü zamanı idi, 37 çeşit üzüm rengini gördük ki sicil 112’de de yazılmıştır. Arap ve Acem'de Urla'nın çarşı üzümü meşhurdur” diye yazar. Bu ne güzel bir çaba ne güzel bir başarı olmuş. Yaşlı bir asma kütüğüne farklı üzümleri aşılayarak anıt bir asma yaratmışlar; hem de çarşının tam ortasında. İnsanın içinden; “ Haydi biz de biz de yapalım!” demek geçiyor.

Zaten yakında Lale Devri başlayacak…