Ertesi sabah gün doğarken hep birlikte Mün Saypa Sakçı denen adamın yaşadığı yere gittik. Kırkmolla Tepesi’ndeki eski kale duvarlarının kent içine doğru uzanan kanadında, bir anıt mezar yıkıntısının yanındaydı. Mağara ağzı gibi içe göçük, dar, kalın ahşap kapılı bir kulübeydi. Kapı önünde duran ufak tefek yaşlı adam bizi uzaktan görüp, izledi. Yaklaşınca gülümseyerek karşıladı. Kam Aygıl grubumuzu tanıtıp, ne aradığımızı anlattı. Aralarında geçen konuşma yerel bir ağız ile yapıldığından, söylenenleri tam olarak anlayamamıştım. Ancak beden dillerinin Güleda üstünde yarattığı duygulardan takip edebiliyordum. Az sonra hepsi etrafımda toplandı. Güleda, “Etzel!” dedi. “Burada bize yardımcı olabilecek son gümüş ustası iki üç yıl önce aniden ortadan kaybolmuş. Ancak konuştuğumuz kişi, sanırım söylediğinden çok daha fazla bilgiye sahip. Bize de güveniyor. Yine de öncelikle senin yüzünü görmek istedi. Belki sana acı verecek ama, yüzündeki ve gözlerindeki bandajları çıkartmamız gerekiyor!” Çaresiz kabullendim. Kam Aygıl yavaş yavaş ve çok kibar davranarak sargıları çözüp çıkartmaya başladı. En son gözlerimi kapatan kalın bandajı çıkartırken yoğun bir ışık algıladım. Kör değildim. Gözlerime oturan kan ve ödem Kam Aygıl’ın ilaçları ile geçmeye başlamıştı. Çok sevindim. Bu adamla tanışmamızın çok hayırlı olacağı geçti aklımdan. Güleda düşüncesiyle hemen yanıtladı; “Ani karar verme! Gözlerinin açılmasına seviniyorum ama ne göreceğimizi bekle önce.” Her şey bulanıktı. Yine de yakında tam olarak görebileceğim umuduna kapıldım. Yaşlı adam iyice yaklaşıp, yüzümü incelerken “Kümüşçü Droppa’nın dediği gibi, biri yeşil gözlü bir Türk, diğeri bunun gibi kahverengi gözlü bir Almanmış!” diye mırıldandı. Çevremdekiler merakla bana bakıyordu. Güleda heyecanla  “Etzel, eğer bu gördüğüm renk pıhtılaşmış kandan gelmiyorsa, gözlerin sanırım eski rengine dönüyor! Olabilir mi böyle bir şey?” diye haykırdı. Aklımdan geçen ilk yanıtı verdim; “Tabii ki olabilir!” dedim.  “Eğer kişinin gözlerinde her iki rengi veren genler de varsa, usta bir gen mühendisi bunlardan her hangi birini geçici de olsa öne çıkartabilir. Bunu ben yapmış olabilirim. Hatta şu anda nasıl yapabileceğimi bile anlatabilirim!” Belleğim hızla eski haline dönüyordu. Her uyarıcı gözlemle, geçmişimin bir dilimini daha anımsıyordum. Bu kontrolden sonra adam bizi kulübesinin içine davet etti. Küçük odanın ortasındaki hasırı kaldırıp, altında gizlenen ağır bir kapağı açtı. Aşağı inen merdivenlerle iyi aydınlatılmış, geniş bir salona ulaşmıştık. Her yer eski kitap yığınları, büyük tahta raflar ve masaların üstleri de ne olduğunu anlayamadığımız sayısız antika şeylerle doluydu. Bir müze deposunu andırıyordu. 

Yaşlı adam raflardaki ıvır zıvır arasından tozlu, çekmece boyunda küçük bir sandık çıkartıp, önümüz koydu. Rafların birinden aldığı büyük bir anahtar demeti içinden de uygun olanı bir bakışta tanıyarak sandığın kilidini açtı. İçi tozlu taş parçaları, bir buçuk karış kadar çapta taş diskler ve başka şeylerle doluydu. “Kümüşçü Droppa ortadan kaybolmadan önceki akşam bana bu kasayı emanet bıraktı!” dedi.”Çok önemliymiş ve sahipleri bir gün mutlaka gelip soracakmış. Bu sahipler siz olabilirsiniz. Ancak gerçekten sizseniz son kilidi de kendinizin açması gerekiyormuş.”  Yavaş hareketlerle sandıktan çıkarttığı pek çok renkli taşı masada yan yana dizdi. Hepsi de eski ölümsüz ilahların ve İnanna’nın işareti olan sekiz köşeli bir yıldız gibi kesilmişti; Venüs yıldızını simgeliyorlardı. Bunu da aklıma gelir gelmez söyledim. Güleda Attila’nın kendisine vermiş olduğu gümüş kolyeyi çıkartıp taşların yanına serdi. Bir süre, hiç dokunmadan taşları inceledi. Sonra aralarındaki parlak gece mavisi ve kusursuz kesilmiş  olan bir lacivert taşına uzanırken son and kolunu tutup engelledim. “Acele etme!” dedim. “Önce bırak onlara bir dokunayım!” Geri çekildi. Parmaklarımı taşlara yavaşça değdirerek üstlerinde gezdirdim. Ellerim robotlaşmıştı. Benden bağımsızlaşmış gibiydiler. Taşlardan çok açık pembe renkli olan birini elime aldım. Bir elimde de sandıktaki disklerden birini tutuyordum. Işıkları kapatmalarını istedim. Karanlıkta açık pembe renkli yıldızın sivri bir kenarını açık yeşil, Yada Taşı’ndan (Jadeit) olduğunu anladığım diskin üstündeki çiziklere değdirerek hareket ettirdim. Diskin üzerinden odanın ortasını aydınlatan ve Yeşil Sin’in rengini andıran bir kıvılcım bulutçuğu yükseldi. Sanki Yeşil Sin hepimizin şaşkın yüzlerinden yansımaya başlamıştı. Nida sesleri bitince ışıkları açtık. Güleda’ya o açık pembe renkli yıldızı uzattım. Kolyedeki boş yuvaya yerleştirdi. Tam olarak uymuştu. Artık kolye fosforlu bir ışıltıyla parlıyordu. O anda son kilidi de açtığımdan emindim. Belleğim de giderek aydınlanıyordu. “O Kümüşçü Droppa dediğin cüce gibi küçük biri miydi?” diye sordum. Adam onayladı. Gülümseyerek mırıldandım; “Bu yıldız efsanevi Kobalt Çiçeği’nden kesilmiş. Droppa diskini aktive ediyor!”

“O gümüşçü cüce de gerçek bir Kobolt’tu. Yok olmadı. İnine saklanmış, bizi bekliyor olmalı!”