Kapkara bir uykudan yavaş yavaş da olsa, uyanmaya başladığımı algılıyordum. Varlığımın, aklımın erdiği tüm unsurları arasından “dokuz canım” diyebildiğim en temel iyelerini, ruhlarını seçip, anarak, çağırmayı başarmıştım. Artık dokuz canımla birlikte, o canlarımın anılarındaki Ki-Şi ler de çevremdeydiler. Ne ya da kim olduğunu hala anlayamadığım Yeşil Sin’in renkli, ışıltılı bulutu içinde duman kürecikleri halinde uçuşuyorlardı. Hepsi de gri gölgelerdi. Bazen kömür karası, bazen sis beyazı oluyorlardı. Yüzlerini göremiyordum, çünkü kimlikleri hala saklıydı benden. On binlerce, milyonlarca, milyarlarca yıl içinde, “bir kez bile var olmuş” hiç bir şeyin yok olmayacağına inanan insanları anımsıyordum artık. Yalnız insanları değil, “tüm varlıklar” oradaydı. Okyanusta bir damla, çölde bir kum tanesi, Yeşil Sin bulutunda bir duman küreciği olmuşlardı. Ölümsüz izleriyle “hala vardılar”. Yalnız Attıla, Güleda, Kam Aygıl, Türkmen kolbaşçılar değil, Lacivert Taşı kristalindeki bir atomdan, milyarlarca yıl önce dünya küresini saran, yeşil ve tek hücreli canlılara kadar tüm atalarım ve yoldaşlarım oradaydılar. Ölümün, yok olma sandığımız sürecinde yalnız değişimler, temel yapısal unsurlara bölünmeler ve tekrar farklı kompozisyonlarda birleşmeler olduğunu anlatıyorlardı. Yüzlerini anımsayabildiğim anda da tekrar, yanı başımda dirilmeye hazırdılar. Tüm bunları acıyla yaşıyor, ancak son adımı atıp, anımsamayı başaramıyordum.. Yeşil Sin, “Sakin ol, acele etme, dinginliğini koru!” dedi. “Telaşlanırsan her şey birbirine karışır, korkar ve bu korkuyla, anımsadıklarını da yeniden unutursun. Tekrar başlamaya gücün yetmez!” Onu dinlemeliydim. Bu evreni benden çok daha iyi tanıdığından emindim. Belli ki, o zamansız bir varlıktı ve benim zaman kapısından kendi evrenine bir göz atmam için yardımcı olmaya çalışıyordu. Maddi varlığın ilk iyesi olan bedenim, Sın’ımı korumak zorundaydım. Ama nasıl? Yüreğim gök gürültüsü kadar şiddetli, deprem sarsıntısı kadar hızlı çarpıyordu. Soluk soluğa idim. Dinginleşmek için bedenime can veren ilk iyeyi, o solukların da ilki olan nefesimi yönetmeye çalıştım. Tam anlamıyla soluklanıp, “Tinlenmeliydim” ve bunu, korkumu yenerek başardım. Aklım başıma gelmeye başlamıştı. İşe, iyelerin (ruhların) bu fırtınası içinde savrulan kendimle başlamalıydım.  Bilinçaltım ve üstündeki tüm kimliklerimle yüzleşip, en yalın olanını tanıyıp, tanımlamadan çevremdeki varlıkların ne ya da kim olduğunu keşif gezisine çıkmak beni yalnız delilik denizinde boğulmaya götürecekti. Nefesimi karnıma yönlendirdim. Temposunu düzenledim. “Tinlenip, tin-ginleşip” öncelikle en yalın ve edincime, Tös’üme ulaşmaya çalıştım. Kendime varmadan, aklımdan bir türlü çıkartamadığım Ujelska ve diğerlerine ulaşmam hem olanaksız, hem de çok tehlikeliydi.

O ara Yeşil Sin aklımda yanıt verdi; “Çok doğru bir seçim oldu bu. Edinç (müktesebat), Tös iyemiz de zaten iki türlüdür; Kara-Tös ve Arı-Tös. Ki-Şi’ye hangisi sahip olursa, ona göre, tüm anılarımız da farklılaşır. Olanlar değişmez, ancak onları nasıl algılayıp içimizde koruduğumuz değişir. Bu noktada Arıtös’üne ulaşıp onu ne kadar asıl iyen yapabilirsen o kadar başarılı olacaksın. Bunu hiç kimse yüzde yüz başaramaz. Yani yalnız Arı-Tös’ün iyen olmasını sağlayamazsın. Kara-Tös’le mutlaka karışacaktır. Ancak orantı olarak onu daha güçlü tutmaya çalış!” Bu söylem beni tekrar genler ve DNA belleğime götürdü. Zihnimde başardığım ne olursa olsun bunu genetik belleğime aktarmadan sonuç alamayacağımı biliyordum. Bu iş için de çok gelişmiş bir laboratuara gerek vardı. Bir de deneyimli bir uzmana. İşte ben, Etzel o uzmandım. Attila’nın ve kendimin kimliklerimizi yadlardan saklamak için böyle bir teknik düzenden yararlandığım açıktı. Bu kesinlikle yalnız irade gücüyle başarılabilecek bir şey değildi. Arı-Tös’ü Kara- Tös’ten ayırmak, genetik bilimi içinde DNA’mıza yerleşmiş olan ve EVE (Havva) kısaltması ile adlandırılan “Endojen (İçsel) Genetik Elementleri analiz etmekle olasıydı. Gizem giderek çözüldükçe içimde yeniden umut ve sevinç uyandı. EVE’ler bedenimizin, Sın’ın karşılaştığı her tür virüs gibi genetik mutasyona yol açan amillerin DNA’mıza yerleşmiş olan ölümsüz izleriydi. Hatta bazıları bu virüsleri molekül parçalarından oluşuyordu. Seksenli yıllarda bunların bazı örnekleri insan DNA’sından ayrılıp tekrar virüse çevrilebilmişti. Çok tehlikeli sonuçlar verebilecek bir girişimdi. Tıpkı binlerce yıldır buzullar içinde hapsolmuş virüsleri olası etkilerini bilmeden çıkartıp, canlandırmak gibi bir şeydi. Belleğimi geri kazanabilmek için uyandırmam gereken Tös ruhum da yalnız iyi yaşam edinimlerinden oluşan Arı-Tös olamazdı. Onun yanında çok kötü ve hatta tehlikeli deneyimlerden oluşan Kara-Tös de ortaya çıkacaktı. Bu olasılığı kontrol atında tutabilmek için laboratuarımı tekrar kurmalıydım. Lacivert Taşı bu işlemin önemli bir malzemesiydi.

Onsuz açılan kapı kızgın ruhlar zamanını başlatabilirdi.