Güleda bu düşüncemle heyecanlanmıştı; “Şu anda en önemli şey laboratuarın eşyalarını nereye saklamış olduğunuz. Bunu Attila ve senin dışında, kimlerin bildiği bir sır. En azından bizim kolbaşçılar, Abdukan ve İslam Beyler bile bir şey söyleyemiyor. Bu ‘Kah Kah Kah’ vurgulamasının senin için bir şifre olabileceğini biz de düşündük. Ancak bir ne olabileceğini çözemedik!” “Bu sözcükler sanırım bir yeri işaret ediyor” diye düşündüm.  “Tam olarak anımsayamasam da, ‘Köne (Eski) Urgenç’ harabelerinin ötesinde. Çölün de ötesinde. Çok yüksek dağları çağrıştırıyor beynimin içindeki sesler. Bu sözcükleri dağların arasındaki gizli vadiler ve nehir yataklarının yardığı uçurumlar söylüyor Attila’ya. Hemen yanım da. Ben de duyuyorum dağların, vadilerin, kanyonların sesini. Bizi çağırıyor. Çok soğuk ve buzullar arasından yol bulmak olanaksız. Bunu güleç yüzlü yaşlı adam söyledi. O yoları biliyor. Doğduğunda atası onu bebek haliyle taze soyulmuş bir at derisine sarıp, geceyi yensin diye buzullarda bırakmış. Dağlar ona tüm sırlarını öğretip, yaşamasına yol vermişler. Buzullar eriyip vadilere doğru akarken açtıkları yollardan nasıl yürüyüp zirvelere tırmanacağını göstermişler. Yaşamı boyunca tek tek sınamış öğrendiklerini ve doğrulukları ona kanıtlanmış.  O olmadan hiç kimse ulaşamaz dağların sesini duyduğumuz yere!”  Güleda bunalmış gibi ofladı; “İyi de, biz nasıl bulacağız orayı. Her şeyi tam olarak anımsaman gerekiyor. Zamanımız kalmadı. Peşimizde olanların yaklaşmasından korkuyorum. Japon da aynı düşüncede.  Bu yüzden Devkesgen Kala ve Vezir Şehri harabelerine sığındık. Gece boyunca tünellerden Özbek bölgelerini aşıp Üst Yurt Platosu’nun en güney batısındaki ucuna geldik. Önümüzdeki çinkin (uçurumun) altı Karakum Çölü. Bu köşedeki sınırlar çok tartışmalı. Kazak, Türkmen ve Özbek askerleri neredeyse iç içe konumlanmış durumda. Bir de bölgedeki Karakalpakları hesaba katmak zorundayız. Rusların çok kolay bir kışkırtma ile aramızda çatışma çıkartması olasılığı var. Harabeleri koruyan Türkmen garnizonu küçük de olsa, seçme ve sadık yoldaşlardır. On beş kilometre kadar kuzeyde bu bölgeyi tüm platodan ayıran antik Vezir Şehri surlarında mevzilendiler. Yer altı yolları ve tünellerine de patlayıcılar yerleştirdiler. Gerekirse patlatıp gelenleri engelleyecekler.  Ancak onlar dışında hiç kimseye güvenemeyiz. Şu anda çok fazla göz bizi izliyor. Şu anda Aiko ve adamları yer altı galerilerinden malzemeleri buraya taşımaya çalışıyor. Ancak onlar gelmeden savunabileceğimiz bu son köşede kıstırılırsak felaket olur. Böyle bir durumda tek çare kuyulardan inip, Karakum Çölüne doğru kaçmak, ki bu durumda da kilometrelerce açık ve dümdüz bir alanda her türlü saldırıya açık hale geliriz. Bir an önce anımsamalı ve bize nereye gideceğimizi söylemelisin!”                            

Beynim tekrar sislenmeye başladı ve içimdeki karanlığa gömüldüm. En son, çaresizce, beni Üst Yurt labirentlerinde kendi kuzgun gözü olup, beni de yarasa gözü yaparak gökyüzüne çıkartan Yeşil Sin’i içimden geçirdim; ‘Beni bir anda buradan çıkartıp Ujelska’nın yanına ulaştırsa, ne kadar güzel olurdu!’ Karanlık ışık pırıltıları ile yeşilin milyonlarca tonundan bir denize dönüşürken aklıma UV lambası altında klorofil analizlerini incelerken gördüklerim geldi. Doğadaki her yaprağın yeşili farklıdır. Klorofili oluşturan kimyasallar birbirinden ayrıldığında ise, o her bir yeşili, aslında onlarca floresans ve fosforesans göstererek parlayan başka renklerin oluşturduğunu hayranlıkla izlersiniz. Klorofil yeşilinin mikro kozmosu daha önce hiç görmediğiniz tonların bir bileşkesidir; Yesil Sin de aynen öyleydi. “Sana ulaşmam artık çok daha kolay!” dedi. “Güleda ile konuştuklarınızı da tüm ayrıntıları ile izleyebiliyorum.” “Neden daha kolay?” diye sordum. “Çünkü onun dışında, çevrende beynini yorup, algımı karıştırabilecek her hangi bir şey görüp duyamayacak kadar kör ve sağırsın. Beş temel duyunun en önemli ilk ikisini geçici olarak yitirdin. Bana çok daha yoğun odaklanabiliyorsun. Tıpkı gök yüzünü incelerden, geceleri dağlara çıkıp, teleskopunu dünyanın diğer ışıklarından ve yansımalarından uzaklaştırmak gibi bir şey.  Bundan yararlanmalıyız. Çünkü bu kalıcı bir sakatlık değil. Kamaygıl’ın dediği gibi zaman alsa da, bir süre sonra geçecek.” “Yani iyi ki Aiko kafanda tepindi de, kör ve sağır oldun diyorsun. Hatta ona teşekkür bile etmeliyim sanırım.” “O kadar abartma, ancak bu durumdan çok şey öğrenebileceğini söylüyorum. Daha hızlı düzelmen için de yardımcı olmak isterdim, ancak gerek yok. Sen aslında bunu kendin yapabilirsin. Ujelska’nın seni tedavi ederken ve Ata Mağarası’na sokmadan önce kullandığı iksir de benzer bir etkiye sahipti. Bunu kendin araştırıp bulmuştun. Sen de aynı yolu izleyip kendi içinde dolaşabilir, dokularındaki kanın ve hasarların eski haline gelmesini hızlandırabilirsin. Bu Ujelska için de yararlı olabilir.””Beni uyandır!” diye haykırdım; “Bunu hemen Güleda’ya söylemeliyim!” “Sakin ol. Buna da hiç gerek yok!” dedi.

“Güleda şu anda bizi senin zihninden net bir şekilde izliyor zaten!”