Beynime akmaya başlayan bir ışıkla uyandığımda, kendimi yeraltındaki hücremin dışında buldum. Dört - beş yüz metre kadar yüksek bir uçurumun kenarından aşağıdaki çöle bakıyordum. Tan vaktiydi ve gün ışığı ufuktaki kızıl bir çizgiden giderek büyümekteydi. Tanyarık! Tan yerinden doğan ışık! Ujelska’nın, “Bir gün bir oğlum olursa, adını Tanyarık koyacağım!” deyişini anımsadım. Ölmüş olabileceği aklıma gelince, gözlerim ister istemez yaşardı. Ne kadar çok acıya yol açmıştım; sevdiklerimde ve kendimde. Nedenini bile tam olarak bilemiyordum aslında. Öd Han’ın acımasızlığı ile akan zamanın seline kapılmış, sürükleniyordum. Ruhum kah zavallı bir kum tanesi, kah boğulmamak için pençeleriyle kayaları yırtan bir ejderhanın bedeninde çırpınıyordu. “Burası neresi?” diye düşündüm. Güleda’nın zihnimde, “Devkesgen Kala’nın tepesindeki burçtan Karakum Çölü’ndeki gün doğuşunu izliyorum”  dediğini duydum. “Sen mi? Seni göremiyorum! Yalnızım burada.” “Evet Etzel, ben. Sen aslında burada değilsin, ancak benim gördüklerimi algılıyorsun. Ufku ve çölü benim gözümle gördüğünden beni göremiyorsun.  Uyandığına çok sevindim. Daha doğrusu beni zihninde duyarak, bana kimliğini tekrar kanıtlıyor olduğun için. Yıllardır her sabah gün doğarken, dolunaylarda ve geceleri  yıldız tozu yağmurları yağdığında belki Attila ya da sen beni duyabilirsiniz diye tüm gücümle bu iletişimi sağlamaya çalıştım. Seninle olan iletişimimiz eskiden göreceli olarak daha zayıftı, ancak birbirimize yaklaşınca güçlendi. Attila ile sınırsız uzaklıklarda telepatik iletişim kurabiliyor olmamıza karşın artık o beni algılamıyor. Bunun nedenlerinden çok korkuyorum. Belki artık yaşamıyor. Belki gerçek serumu ile işkence görürken aklını yitirdi. Ya da bundan çok daha kötü bir nedeni var; ona ihanet ettiğime inanıp, beni yaşamından tümden çıkarttı. Bir gün, olanları sana açıkça anlatma cesareti bulabilirsem, bunun bana ne kadar çok acı verdiğini göreceksin.”

Şaşkınlıkla “Yıllardır mı?” diye düşündüm. Güleda  “Evet yıllardır! “ dedi. “Tam olarak 1993 yıl başına bir hafta kadar kala, onunla Moskova’da buluşmak üzere ayrıldığımızdan beri. Orada onu benim için çok önemli biriyle tanıştıracaktım. İkimiz birlikte bir Moskova yılbaşını kutlayıp, önce Ukrayna, sonra da İzmir’e gitmeyi planlamıştık. Ancak çok kötü şeyler oldu ve ben ona, Türkmenistan’da vedalaştıktan sonra bir daha hiç ulaşamadım. Yıllardır sonuçsuz, izlemeye çalışıyorum. Tashima San’a da bu süreçte ulaştım. Aşkabat’a döndüğümde ise sen de gitmiştin. Bizim ardımızdan senin de ortadan kaybolduğunu söylediler. İslam Bey seninle birlikte, çatışmalar sırasında ağır zarar gören moleküler genetik laboratuarının kalan alet, arşiv ve belgelerini nasıl aradığınızı anlattı. Kalan ne varsa toplayıp koruma altına almışsınız. Laboratuarı çok daha güvenli bir yerde ve daha gelişmiş olanaklarla yeniden kurmak için gerekli olan her şeyi, Attila Japonya’dan getirtebilmek için Tashima San’ı ikna etmiş. Tüm bunlara Abdukan Bey de tanık olmuş. Attila Moskova’ya hareket etmeden az önce sen kendine ve ona bazı aşılar yapmışsın. Bunların her ikinizi de doğal biyolojik kapasitelerinizin çok üzerinde, her türlü zorlamadan koruyacağını söylemişsin. Onlar gerçekte neydi, hala kimse bilmiyor. Bir gün senin anlatabileceğini umuyorum.  Biz aslında şu anda Tashima San’dan gelen alet ve malzemeyi nereye götürmemiz gerektiğini bile bilmiyoruz. Abdukan Bey’e, ‘Zamanı gelince söylerim!’ demiş, sonra da konuşur gibi ‘Kah Kah Kah!’ diyerek gülmüşsün. O kadar garipmiş ki halin, hiç unutamamış!”

“Sen anlattıkça, tüm bunları bildiğimi fark ediyor, ancak hiçbir şeyin önünü ve arkasını anımsayamıyorum. Birbiri ile ilişkilendiremiyorum!” dedim. “Attila gibi, umarım benim için de çok geç değildir. Ancak aklımı toparlayıp, belleğimi canlandırabilmek için elimden geleni yapacağım. Öncelikle bir şey bilmek istiyorum. Ben şu anda neredeyim? Senin zihnin dışında hiçbir şey görmüyor ve duymuyor gibiyim. Neden böyle?” “Sen şu anda Devkesgen Kala’nın Vezir Şehri harabelerine bakan odalardan birinde yatıyorsun. Yanında Kam Aygıl ve Abdukan Bey var. Yüzünü, kafanı tekmelerlerken çok ciddi iç kanamaya yol açmışlar. Aygıl Enem, ‘Beyninde hasar yok gibi’ diyor. Ancak gözlerin ve kulakların kanla dolmuş, bu yüzden hiçbir şey görüp, duyamıyormuşsun. Zamanla pıhtılaşan kan daha da kötü yapabilirmiş. Yine de eğer bu pıhtılar eriyip emilirse yavaş yavaş açılabilirmişsin. İyileşmen oldukça uzun sürebilirmiş.” “O kadar zamanım yok!” diye düşündüm. “Bir an önce Ujelska’nın yanına gitmeliyim. Hala yaşıyorsa eğer, onun durumu benimkinden kötü olabilir! Laboratuar da çok önemli. Bir an önce tekrar kurmalıyız!” Sonra birden “Kah Kah Kah!” diye bağırmak geldi içimden. Güleda şaşırmıştı;

“Evet! Gerçekten garip, ancak ben bunun ne olduğunu artık bildiğimi sanıyorum!” diye düşündüm.