Söyledikleri kafamı iyice karıştırmıştı. Korkmadım, ancak kendimi Üstyurt uçurumları kıyısında kaleler kesen bir dev ile yoldaş olmaya çalışan küçük bir karınca kadar ezik hissettim. Yeşil Sin gibi içinde fosforlu renklerin her tonunda kıvılcımlar parlayan bir enerji devi, tüm tohumları çimlendirip yaraları sağaltabileceği gibi, bir anda buharlaştırabilirdi de. Onun için yapabileceğimiz ne olabilirdi ki?   Bunu da hemen algıladı ve “Etzel! Kendine haksızlık etme” dedi. “Eğer senin ve dostlarının yapabileceği bazı şeyleri kendim yapabilir olsaydım, yapar geçerdim; hiç karşılaşmamış olurduk. Bir saatin iç mekanizmasını düşün. Başrolde olan akrep ve yelkovanın zamanı doğru sayabilmesi için yüzlerce farlı çapta çark, farklı millerde, farklı hızlarda dönmek zorunda kalıyor. Amaca ulaşabilmek için hepsi üstüne düşeni başarmak zorunda. Hepsi başroldekiler kadar önemli ve vazgeçilmez. En küçük yay paslanacak olsa sahnedeki akrep ve yelkovan söyleyeceklerini unutup taş kesilir.”  Hiç şüphesiz o paslanan, hatta kırılmak üzere olan en küçücük yay da ben oluyordum. İçimdeki yaylı çelikten gücü ortaya çıkartabilmek için belleğimi gömen pas tortusundan bir an önce kurtulmak zorundaydım. O gücün peşindeki “Yel-Kovan Attila” ve “Akrep Yeşil Sin” benden bunu bekliyorlardı. “Bellek, şifrelerle, bilinçaltındaki kütüphane raflarında saklanıyorsa, önce hangi dosyayı indirip açmam gerektiğini göster!” dedim. “Kapıyı açıp, Tüm raflara ulaşım sağlayabileceğim anahtar o dosyada gizli olmalı.”

“Çok doğru bir istek bu!” dedi. “Mantıklı düşünmeye başlayabilmen iyileşmekte olduğunun göstergesi. İşimi oldukça kolaylaştırıyorsun. Seni şimdi her şeyin başladığı bir ana götürmeye çalışacağım. Sanırım belleğini geri çağırman için gerekli olan anahtar o anda gizli. Sanırım diyorum, çünkü aslında belleğini aşılmaz bir kapıyla örtüp, o anahtarla kilitleyen bizzat sensin. Senin dışında hiç kimse o kapıyı açabilecek olan anahtarın ne olduğunu bilmiyor. Onu kendinden bile çok başarıyla gizledin. Öyle ki, her türlü sorgulama, işkence, tüm gerçek serumları, hatta kendi bunalımların, sanrıların, hayallerin bile etkisiz kalıyor. İşte sorun senin çok başarılı olmanda derken anlatmaya çalıştığım da buydu. Kendine bile güvenmeden belleğini gizleyip, yeni bir kişi yarattın. İnsanlar bunu bazen, özellikle yaşadıkları çok acı deneyimleri unutmak için yapmaya çalışır. Sen ise bilinçli bir şekilde kimliğini gizlemek istedin ve başardın da. Bu yüzden ben seni Attila ile ilk karşılaştığınız ana götüreceğim. Orada yaşadıklarınızı izlerken, anahtar her neyse, onu tanıyıp, bellek kapılarını açabilirsin umudundayım. “ Şaşırmıştım. Böyle bir şey yaptıysam bile, nedeni hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Kendimi zorlayarak anımsamaya çalıştım. “Türkmenistan! Yıllar önce. Bir köydeydik. İsyancı bir Türkmen kabilesi dağılmakta olan Sovyetlerin artıklarıyla savaşıyordu. Yok, isyancı değillerdi. Zaten Ruslar işgal ettiğinden beri direnmekten hiç vazgeçmemişlerdi. Nesiller boyu adaletsiz, ahlaksız bir barışı hiç benimseyip, kabul etmediler. Hastaydım. Köyde bir adamla karşılaştım. Türk’tü. Annemin memleketlisi. O adam Attila’ydı.”

“Bu daha sonra!” dedi. “Yine de, kendini zorlayınca bazı kırıntılar aklına gelebiliyor. Çok doğru yoldayız. Ama daha önceydi. Hatta seni çok şaşırtan bir karşılaşmaydı, çünkü istemeden Attila’nın düşüne girmiş, onun gördüklerini izlemiştin. Bir insan nasıl diğer birinin düşüne girebilir, anlayamıyordun. O düşte Attila Çakır, Güleda da Edagül’dü. Çağlar önce, bir balıkçı köyünde. Attila ot kök toplayıp satan biriydi, Edagül de onun sevdiği kadın. İşte şu anda o düşün gerçekte yaşandığı yerde sayılırsın. Bu yüzden sana geçmişi anımsatabilecek yeterli enerji birikimi var çevrende. Eskiden Ceyhun ırmağının bir kolu Devkesgen Kala’nın Karakum Çölü’ne komşu uçurumunun hemen altından akıp Hazar Denizi’ne dökülüyordu. Sarıkamış Gölü de aynı bölgedeydi. O zamanlar burası yemyeşil, bereketli topraklardı; halkı da sakin, barışçı ve kendi halinde balıkçılar. O düşte ne olduğunu anımsamaya çalış.” Beynimi zorlamaya çalıştım. “Attila’nın düşünde güneyli tüccarlar uzak dağlardaki değerli bir taşı istedi. Umutsuzca o taşın peşindeydiler. Karşılığında müthiş bir zenginlik vadettiler. Çakır’a dolaştığı dağlardaki o taşı bulup güneydeki Üç Irmak Ülkesi’ne getirmesini söylediler. Ona isteyebileceği her şeyi vermeye hazırdılar!” Ancak bunlardan hiç biri kayıp belleğimin kapısını açabilmeme yetmiyordu. Yorgun, ümitsizce susup, sakinleşmeye çalıştım. Sonra Yeşil Sin’in kıvılcımlarındaki renklerin değişmeye başladığını fark ettim. Sönüyor gibiydi. Yavaş yavaş gece karanlığı gibi çöktü, sonra tekrar aydınlanırken mavileşip, gök gibi oldu. Kıvılcımlar o gökteki yıldızlara dönüştü. Gök mavisi koyulaşırken, çok daha güçlü parlamıyorlardı. Mırıldandım; “Aradıkları o taş Lapis Lazuli idi.”

“Lacivert Taşı!”