Canlıları ve cansızları var eden bedenleri. İster bir mis kokulu çiçek, ister sevimli bir hayvan, isterse de güzel bir insan olsun; bedeni, yani maddi, fiziki ve kimyasal varlığı ile tanımlanıp, tanınıyor. Yaşam sürecinde cansızlar eskirken, canlılar yaşlanıyor. Bu ne demek? Yaşlanmak eskimek değil, canlının en önemli özelliklerinin başında gelen yeniden oluşumun (rejenerasyon) giderek yetersizleşmesidir. Biyolojik ömrünü tamamladığında da o kimlikteki canlı için sona eriyor. Cansızlarla aralarındaki en önemli ayrım bu. Sonuçta hepsi yıpranıp, doğanın bedeninden ödünç aldıkları maddi varlıklarını ona geri vermek zorundalar. Yok mu oluyorlar? Hayır! Fizik yasası değişmiyor; hiçbiri yoktan var, vardan da yok olmayıp, sürekli birbirine dönüşüyorlar. Aklım, bilincim zaman zaman karmakarışık olsa da, bu gerçek zihnimden hiç silinmedi. Gözlerim görmez, kulakların duymaz, derin ve yoğun bir karanlık içinde duyularım çalışamazken bile, yaşam devinimlerinin bu kuralını hiç unutmadım. Attila yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Çünkü belleklerimiz bir şekilde birleşmiş ve bunu yapan benmişim. Kendi belleğimle onunkini harmanlamışım. Neden bunu yaptım? Düşmanlarımız var. Gizlenip,  saklanarak mücadele etmek zorundayız. Bizi ele geçirip sorgulamak, işkence etmek çok kolay. Dünya böylesi acımasız güçlerin elinde. Her insanın bedeni ve anıları onun kimliğini oluşturuyor. Kimliklerimizi birbiri ile karıştırarak gizlenmeyi başardık sanıyorum. Böylece değiştirmek istediğimiz olaylara, zaman ve mekândan bağımsız bir şekilde ulaşmayı tasarlamışız. Hayalimizde mi? Hayır! Öncelikle dünyada yaşamın başlamasından beri canlı yapı taşlarının birikim, karışım ve yığılmasıyla oluşan ölümsüz genetik belleğine ulaşmayı başararak. Genetik belleğin hasarlarını onarıp, onu sağaltarak. Bu zaman makinesi gibi çalışabilir bir işlem. Ancak karşıtlarımız da bunu biliyor. Onlarla kolektif belleği yöneterek, geleceği yeniden tasarlamak için bir yarış içindeyiz. Somata, bizim için dünyanın tek ve bileşik bedeninin adı. Eskiler ruhların ölümsüzlüğüne inanırken, bireysel bedenlere Sın adını vermiş. Somata doğadaki tüm Sınların bileşimi ile oluşuyor. Taşın doğadan ödünç aldığı da bir Sın, insanın eti, kemiği de. Eskiler heykele bu yüzden Sıntaş, yani beden – taş demiş. Canlıların bedenleri ise taşları da içinde sindiren, daha gelişmiş,  ilk canlı madde olan Et’ten oluşmuş. Simyacılar taş ve eti ilk maddeler, “prima materiae” diye adlandırmış. Başarmak için uğraştıkları, tüm maddeleri birbirine çevirebilen “Filozof Taşı” nı yaratmayı da “büyük iş / opus magnum”, tek baş yapıları kabul etmişler. Etmek (yapmak) fiili de sanırım bu ilk maddelere işlevsellik, bir tür yaşam kazandırmakmış.       

Bu “büyük iş / opus magnum” neydi? Taştan olsun, etten olsun, varlıkların ödünç aldıkları bedenlerini Somata’ya geri verdikten sonra bile kimliklerini canlı tutabilmek! O kolektif belleğin ölümsüz, mutlak kalıcı özelliklerini keşfedip, yaşamı sınırlayan zamanı, Öd Han’ı yenebilmek! Rahipler, üyücüler, simyacılar çağlar boyunca Somata’yı tapınaklarda ya da gizli laboratuarlarda inceleyip, deneyler yaptı. Taşın kadim belleğini onu oluşturan mineralleri saflaştırıp kristalleştirerek korumayı başardılar. Bu kristallerin oluşması sürecinde soğurdukları enerjileri geri okuyarak geçmişi bir film gibi izleyebileceklerini  keşfettiler. Canlıların kadim belleğine de doğaya geri verip, arkada bıraktıkları fosillerindeki DNA kodlarını okuyarak ulaştılar. Hatta fosil olmasına gerek de yok. Milyonlarca yıl buzullar altında kalmış olan bakterilerin DNA’sından o çağların öykülerini okumayı başardılar. Kendimin ve Attila’nın gizlediğim kimliklerimize yeniden ulaşabilmek için Tashima San’ın verdiği cihazlarla gerekli laboratuarı kurmak zorundayım. Yeşil Sin ve Güleda yardımcı oluyor. Artık Akay maskesi ardında gizlenen Etzel’i ortaya çıkartmalı, Attila’yı da içine düştüğü bilinçsiz bir delilikten kurtarmalıyım. Lapis Lazuli, Lacivert Taşı’nın bu yolda çok önemli bir yeri olduğu da belli, ancak çözüme yetmiyor. Çünkü kurduğum kilit düzeneğini açmak için tek bir anahtar yetmeyecek. Birbirini tetikleyen bir dizi şifre ile beynimde oluşturduğum algoritmayı tersine çalıştırmam gerekiyor. Bunu başarabilmek için de öncelikle ruhumu özgür bırakmam gerektiğini biliyordum. Kolay gibi görünebilir. Oysa o “ruhun” ne anlama geldiği bile tam bilinmiyor. Tüm gücümü bu soruya odaklayarak uğraşmak zorundaydım. Aklımdan tüm bilimsel, masalsı, destansı, mitolojik ve doğaüstü tanımı elden geçirerek aramaya başladım. Sonuçta bu bilmeceyi oluştururken, en sıradan ve en kolay aklıma gelebilecek kavramlardan yararlanmış olmam gerektiğine karar verdim. En baştan başlamalıydım. Ruh, can, tin, tös, iye, anima vb pek çok dilde ruha ne dendiğini düşünmeliydim. Ruh kapılarını açabilmem için gerekli olan kodları ancak bu yolla anımsayabilirdim. Lacivert Taşı’nın rolü ve hangi kodlarla kilidi açabileceğim kendiliğinden karşıma çıkmalıydı.

Çünkü bence anmak, çağırmaktır!