1951 Yılı 9 Haziran günü İzmir’den Kore’ye askerlerimizi taşıyan geminin hareket etmesinden 280 yıl kadar önce (1671 de)  ailesi aslen Kütahya’ lı olan “Mehmet Zilli” adlı bir derviş hacca gitmek üzere İstanbul’dan yola çıkmıştır. Doğal olarak dervişin yolu da menzili de sorulmaz; gün olur o yol, sapa sapa, ine çıka, dolana dolana sonsuza dek uzar gider. Bu yüzden “Madem hacca gidiyordun da yolun nasıl İzmir’e, hatta Urla’ya düştü?” diye sormak yakışık almaz. İçine doğmuş, “Bir uğrayayım!” demiş olabilir. Derviş deyip geçtik, ancak bu derviş o alemin aslında en meraklı, en seçkin olanlarından biridir. Medreseden sonra sarayda, Enderun eğitimi de almış, elli yıl boyunca Osmanlı Mülkü’nde dolaşıp gördüğü yerleri 10 ciltlik bir seyahatname olarak derleyerek bizlere eşsiz bir kaynak bırakmıştır. Konunun uzmanları tarihçiler dışında da en çok okunan yazarlardan biridir, ancak anlattıklarının çok dikkatli değerlendirmesi ne yazık ki hala yeterli düzeyde yapılamamıştır. Bu yüzden Evliya Çelebi adıyla tanınan bu dervişin çok değerli seyahatnamesi günümüzde “çok da güvenilir kabul edilmeden” (Herodot Tarihi / Öyküsü ne benzer şekilde, bir vakanüvis titizliği göstermediğinden olsa gerek) bir gazete haberi gibi okunur. Yine de sıradan insanların yaşantıları hakkında gördüklerini ve duyduklarını yer ve kaynak adlarını vererek en doğru şekilde aktardığını düşünüyorum. Ünlü Alman kültür tarihçisi O. Spengler’in (bence) çok doğru söylediği gibi; “Tarih yazımı ne yazık ki genellikle devletlerin, aristokratların, ruhbanların, kurumların ve savaşların ayrıntıları ile doludur. Gerçekte tüm bu olayları yaşayan ve oluşmalarında baş rolü oynamış olan sıradan insanların öykülerini yansıtmakta yetersiz kalmıştır!”. Günümüzde bu durumun (en azından bilimsel çevrelerde) değişmekte olduğunu söyleyerek dönelim Evliya Çelebi’nin İzmir – Urla öykülerine.

Çok ilginç olan bir nokta, o çağda, İzmir’e kuzeyden gelen kervan yolunun Kula – Salihli – Turgutlu hattı sonrasında (şimdiki Belkahve üstünden) doğrudan izmir’e girmemesidir. Turgutlu’dan Nif (Kemalpaşa) üstünden Ulucak Köyü’ ne ve oradan da “Saruhan vilayetinin tahtı” Manisa’ya yönelir. Manisa’dan Bergama, Melemen, Kara Foça ve “ünlü” Halka(lı) Pınar Mesire Yeri üstünden İzmir’e ulaşır. Belki de dervişin gönlü yönünü böyle çizmişti diyeceğim ancak seksenli yıllarda uzman bir arkadaşla Ulamış Köyü eski mezarlığındaki taşlardaki kitabeleri okurken bu kervan yoluyla ilgili ilginç bilgilere ulaşmıştık. Kitabelerin bazıları Rumeli’den hacca giderken yolda kalmış kişilere aitti. Hatta beyaz mermerden özenle yapılmış büyükçe bir mezarda yatan kişinin şimdiki Romanya – Dobruca’dan yola çıkmış ün – unvan sahibi bir kişiydi. (Not: Biz bu tespiti yaptıktan beş on yıl sonra aynı yere gittiğimizde, definecilerin o mezarın mermer kapağını delmiş olduğunu gördük. Rivayete göre küple altın kaldırmışlar. Yazık, günah olmuş. Hac yolunda vefat eden kişinin altınlarını 300 yıl öncenin insanları tamah etmeden mezarına koyarken, çağımız insanları utanmadan arlanmadan yağmalamış. Oysa Evliya Çelebi seyahatnamesi yolculukları boyunca haramilerle hırsızlarla yaşanan kanlı çatışmalarla doludur. Kıssa dan hisse; demek ki haramiler azalmamış, yalnızca daha iyi saklanır olmuşlar. Not’un notu: E.Ç. Seyahatnamesi’nin dili işte bu olayın anlatımı ile benzeşir)                  

İkinci bir önemli nokta, gezginimiz Ege’ye girdikten sonra Salihli’den başlayarak pek çok kent ve kaleyi anlatırken sıkça “Kıdafe Kral / Melik ve Melike” ile Büyük İskender’e atıfta bulunmaya başlar. Bunlar arasında özet olarak Sart Kalesi, Gördes, Nif Şehri, Manisa, Bergama Kalesi, İzmir ve Urla sayılabilir. Bu Kıdafe Kral ve Kraliçesi kim(ler) olabilir? sorusunu incelemeden duramadık. Çünkü günümüzde İzmir eski kalesine “Kadife Kale” adı verilmesine yol açan kişi(ler) belli ki bunlardır. Çok ilginç, çok olası açıklamalara ulaştık. İleride söz edeceğiz. Ancak şu anda kuş uçuşu ile hızla Urla’ya gidip, orada nasıl gündeme geldiğine bir bakalım: “ URLA KALESİ; Büyük İskender ‘in korkusundan, Kıdefa’nın kızı Ulice tarafından yapılmıştır. … Tarihinde Sultan Alaeddin beylerinden İbrahim bey almıştır. Sonra Sığacık Oğullarının eline, ondan da II. Murat’ın eline geçmiştir.Fatih zamanında kafirler eline geçtiğinden, Fatih tekrar zapt edip kalesini yıkmıştır.” Şimdilik eski Urla çarşısındaki “240 yıllık dev asma ve üzümleri” öyküsünü ileriye bırakarak, yol üstünde kalan Melemen (Menemen) e döneceğiz. Çünkü orada karşımıza çıkan, yazı dizimizde sık sık söz edeceğimiz kıyılarımız baş rol oyuncularının en ünlüsü “Sivrisinek Padişahı” nın garip ama çok ilginç öyküsünü bıraktık. İçinde bulunduğumuz şu günlerde havaların geç de olsa ısınmaya başlaması ile bu padişahın orduları güzel İzmir’imizi tekrar istila etmeye başladı. Artık çibinlik kültürümüz de yok olduğundan bizi kurtaramıyor. Bu ordularla ancak çeşitli zehirler kullanarak baş etmeye çalışıyoruz.

Doğrusu, hangisi daha tehlikeli pek de belli değil.