Derviş Çelebi’nin 1671 yılında varlığından söz ettiği dillere destan anıt üzüm asmasının izine 30 yıl kadar sonra oraya gelen Fransız Tournefourt’un seyahatnamesinde rastlayamıyoruz. Oysa bu aşılama harikasının botanikçi – hekim olan bir kişi açısından çok önemli olması gerekir. Gezgin, Manisa’dan İzmir’e, Spil Dağı üstünden 8 saatte geçerek 18 Aralık’ta ulaşır. Hala yaşıyor idiyse, mevsim açısından Aralık’ın son günlerinde o asmanın en heybetli durumunu görmemiş olabilir.  İzmir’den Yarımada’nın batısına (Karaburun’a) doğru ilerlerken yol üstünde söz ettiği bazı ilginç gözlemleri vardır. Bunlardan ilki çevresi dar yolaklarla geçilebilen, Çullukların kaynaştığı bataklıklarla çevrili Liman Kale’dir (ki krokilerini kralına iletmiştir). Ana yol üstünde, küçük bir Zeytin ormanını geçtikten sonra, neredeyse tümden terk edilmiş termal banyolar (Balçova ) ile karşılaşır. Hala ayakta duran zarif antik harabeler, içine biri sıcak diğeri soğuk su taşıyan iki musluklu bir havuz gördüğünden söz eder. Buralarda bir yerde, İzmir’deki “centilmen ve iyi bir antika meraklısı (!)” olan İngiliz Konsülü’nün işaret ettiği Apollon Tapınağı harabelerinin olduğunu düşünmektedir. Bu çok ilginç bir nokta, çünkü bu tapınak harabesinin yeri günümüzde de bilinmemektedir. Yol üstündeki tarihi Kilizman’ın öneminden söz edip, ünlü Türk korsanı Çaka’nın (Çaka Bey) Alexis Comnenus zamanında İzmir’e yerleşirken burayı da limanın güvenliği için aldığını açıklar. Kilizman’ın stratejik öneminde “Türklerin Vourla Adaları dediği adaların değerini özellikle vurgular. Bu konuda ileride “İzmir, Karaburun Korsanları ve Bayraklı” bağlamında özgün bir yazı yazabiliriz. Bir diğer çok ilginç saptama daha var, o da tarla farelerimizle ilişkili. İzmir’den başlayarak “Yarım adayı kaplayan Mineas adlı sıradağlara eskiler “Myonnese ya da Tarla Faresi Adası” adını vermişlerdi. Asya kıyıları tümden bu farelerle kaplıdır!”. Günümüzde de bu durum sürmektedir. Küçük kapkra fındık farelerinden biraz daha büyük, boz renkli ve kısa kuyruklu olanlarına dek pek çok türü yer altındaki yuva labirentleri ile büyük bir imparatorluk kurmuşlardır. Bunlar ot, bitki, kabuk yiyen, etçil olmayan sevimli yaratıklardır aslında, ancak zaman zaman o kadar çoğalırlar ki, acıyarak da olsa mücadele etmek zorunda kalınır. Bir dönem (gün batarken ve doğarken bazen kızıl renk aldıklarından) Kızıl Dağlar olarak da adlandırılmış olan bu sıradağların zirvesi Narlıdere sınırlarındaki Çatal Kaya’dır.  Aslında üçgen konumlu, en yüksek, üç tepesi vardır. Bu tepelerden, kentten dağın zirvesine bakış açısına göre genellikle yalnız ikisi görünür. Antik çağlarda İzmir kent devletinin ana kült unsuru haline gelmiş olan “Smyrna Nemesis” kavramını oluşturmuşlardır. Çatal kayanın görünen iki (bazı uğurlu sayılan yerlerde üç) zirvesinin iki (ya da üç) Tanrıça olduğuna inanılmıştır. Göksel, kutsal yargı ve ceza verici olarak kabul edilmişler ki yargıladıkları en ağır suç ise “kibirdir”. Bu konunun eski çağlardan günümüz gelen çok farklı açıklamaları olmuş. Ancak en yaygın olanlarından biri İzmir yöresine yerleşen kolonicilerin içine düştükleri aşırı kibirle MÖ 600 gibi Lidya’ya düşmanlık yapıp kentin yok edilmesine yol açmaları öyküsüdür. Bu yüzden İzmir’de bu kült unsuru kibre karşı Ana Tanrıça’nın (Kibele?) lanetinin bir simgesi olarak kabul edilmiş. “Zirvelerden biri eski, diğeri de yeni Smyrna’yı simgeliyor !”  diye düşünülmüş. Bir diğer açıklamada ise birinin, kibir olan en ağır günahın cezasını “yok etmekle veren” , diğerinin de kişilerin ömür süresini belirleyen (yaşam ipinin uzunluğu ile ilişkili eğirme makarası –Eğirmeç/Kirmen) kader ustaları olduğu kabul edilmiş.” Daha folklorik araştırmalarda ise bu inançların temelde Ege / Batı Anadolu’ da en eski çağlarda görülen “Deniz / Poseydon inancı” ile ilişkili olduğu yönünde. Tournefort bu konularda bir şey söylemez, ancak benzeri diğer kaynaklarda da rastlanan daha neşeli bir söylenceden yer verir;  “Dağın ana iki zirvesi İkiz Kardeşler olarak da adlandırılır. Ancak halkın yerel folklorunda, espri olarak, bu zirvelerin Memeler (Poussos) olarak nitelendirilişi de yaygındır!” diye anlatır.

Derviş Çelebi’nin Vourla – Urla anlatımında öne çıkan (bence) iki özel nokta var. Biri Urla Kalesi’ni anlatırken (daha önce de değindiğimiz) “Kraliçe Kaydefa'nın kızı Urlice adlı melike, Büyük İskender korkusundan yapmıştır” demesi. İkincisi de çarşıdaki anıt üzüm asması öyküsündeki “…güzellik çarşısında hazır olan âşıklar bu ağacın gölgesinde dilber temaşa ederler!” anlatımıdır. Her ikisinin satır aralarında gizlenen ise “İzmir’in Kızları” konusu kapsamına giriyor. İlkinde Amazonları araştırırken, ikincisinde de İzmir’de “Güzel bakmak sevaptır!” özdeyişinin nasıl “Güzele bakmak sevaptır!” a dönüştüğünü görmek olası.

O zaman “Vira demir!” deyip, 2024’ e bu deryanın kıyısından açılalım…