Evliya Çelebi 17. YY da yazdığı seyahatnamesinde İzmir’e girişini anlatırken “Büyük şehir ve eski taht merkezi İzmir Kalesi'nin özellikleri; Allah düşmanlardan korusun! Büyük İskender ile çağdaş olan Kaydefa Melike adlı kraliçenin yapısı ve tahtıdır. Epey zaman geçtikten sonra Selçuklu Sultanı Alâeddin asrında Anadolu beylikler hâline dönüp Alâeddin vezirlerinden Sığla oğlu Ali Bey namında bir namlı yarar vezir bu İzmir'i yine Kaydefa soyundan İzmirne adlı bir kraliçenin elinden halkını kıra kıra fethedip ele geçirip İslâm ülkelerine kattı” der. Bu anlatımın ilk kısmındaki kurucunun “İskender ile çağdaş” oluşu tarihi gerçeklerle uyumludur ve ilk İzmir’ e değil, ikinci, günümüz İzmir’ ine bağlıdır. İskender’ in ölümü sonrasında mirasını paylaşan generallerinden biri olan Lizimakus’ un kurup, kızı Euridice’ in (Urlice) adını verdiği kentten söz etmektedir. Ancak sonraki “İzmirne” açık şekilde tüm dünyada ilk İzmir kentinin kurucusu olarak ünlenen “Amazon Kraliçesi Myrina” ya atıfta bulunmaktadır, ki tarihi ve kronolojik bir karmaşa oluşturuyor. Myrina tarafından kurulduğuna inanılan İzmir’ in kurulduğu yer günümüz Bayraklı’sındadır ve kentin tüm tarihi boyunca derelerin doldurduğu, kumul ovalar, yarı bataklıklar arasında bir adacık üstünde kurulmuş olma olasılığı çok yüksektir. Bu nokta İzmir / Mira adının kökenini anlamak açısından da çok işimize yarayacak. Uçaktan İzmir körfezine bakıldığında görünen Florida bataklıkları benzeri manzara en kadim çağlardan beri bölgenin ana özelliğidir. Daha önce de anlattığımız üzere, “bataklaşma” aslında tüm Ege kıyılarının (özellikle de İzmir çevresinin) yaşam öyküsünde başrolü oynar. Bu genel olarak dağların denize dik olarak girişleri ilgilidir. Ayrıca bu dağlar arasındaki, suları toplayan vadiler de aslında deprem yırtıkları ve fay hatlarıdır. Yer sarsıntıları da bu bölgenin diğer başrol oyuncusudur. Yakın gelecekte bataklık ve depremlerin kadim tarihlerden günümüze, bu bölgede uygarlığın özgünleşmesindeki rollerini anlatacağız.  Körfezi giderek doldurup, bataklığa çeviren Gediz nehri deltasının eski adı da bu yüzden “Katarakt” tır. Benzeri coğrafi / jeolojik yapılara örnek teşkil ederek adını vermiştir. Hatta ışığın göze ulaşmasını engelleyen, metabolizma artıklarına dayanan göz hastalığı adının da kaynağıdır. Yukarıda, söz edilen ve karmaşa olarak nitelenen duruma benzer bir katkı da Evliya Çelebi Urla kalesini anlatırken karşımıza çıkıyor. Daha başka yerlerde de benzer şekilde, bazı kalelerin İskender korkusuna yapılıp güçlendirildiğinden söz edilmektedir. Soru şu; madem ki bu kentler İskender’ in emri ile yapılmış, ondan niye korku duyulmuş ? Korku meselesi doğru bir tarihi saptamadır. Ancak korkulan İskender’ in kendi değil, onun ölümünden sonra mirası için birbiri ile savaşa tutuşan ardıllarıdır. Bu savaşlarda (başta İskender’in öz annesi) aileden pek çok kadın, komutan ve savaşçı olarak yer almış, acımasızlık, entrikacılık, yıkıcılık vb açısından ünleri tarih sayfalarına geçmiştir. Bu olgu Amazonlar söylencelerine karışarak, Ege / Arzava  Amazon destanlarındaki özgürlükleri, toprakları, suları, doğal kaynakları ve insanları için savaşan, Ana Tanrıça yolunda ölümden çekinmeyen kahraman Amazonlar tipini oldukça karartmıştır görüşündeyim. Hatta Amazonların kentler kurup, bunlara kendi adlarını verdiği düşüncesi bile aslında İskender Kadınlarından kaynaklanıyor olabilir. Büyük olasılıkla bizim gerçek Amazonlarımız adsız kahramanlar olarak yaşayıp ölmüş, adları en fazlasından Hitit tabletlerinde şifacı, büyüleyici dilek (dua) ve uygulamaların (ritüellerin) vb müellifleri olarak anılmışlardır.

Geçmişin seyyah, öykücü (tarihçi) ve destancılarının (ozanlar) kaynaklarını kullanırken s öz ettiğimiz tüm bu ve benzeri kültürel karmaşalar son derece doğaldır ve asla ne kendilerini, ne de eserlerini eleştirmek için dayanak oluşturmaz. Çünkü bunların hepsi tarih içinde tüm coğrafyalarda ve halklarda izlenen karşılıklı uygarlık yayılışının (kültürel difüzyon) sonucu oluşuyor. Herodot Kemalpaşa / Karabel Anıtı’ndan söz ederken, onun bir Mısır Firavunu’ nu resmettiğini yazmış. Çünkü artık Luviler, Assua,  Arzava ve hatta Hititler unutulmuştu. Hesiod (babası İzmir Aliağa / Kime’ li) Yunan mitolojisinin en eski yazılı baş eseri olan Teogoni’ de, Yunan panteonundaki tanrıların doğumu ve ortaya çıkışını anlatırken aslında Hitit (Hattuşa) tabletlerinde bulunan doğu Anadolu’nun Hurri adlı, (Hint Avrupalı olmayan, Türkçe, Gürcüce vb gibi agglutinativ) bitişken dilli bir halkın (bilmeden) “Kumarbi” ve benzeri pek çok diğer özgün Anadolu, Babil vb destanlarını model almış. Uygarlıklar yayılırken sürekli olarak (baskıcı ya da bastırılmış olma konumları engel oluşturmadan) birbirlerinin  özellikleri ile beslenip gelişirle. Ancak artık günümüzde eski öykülerdeki ve kayıtlardaki karmaşadan gerçeklere en yakın sonuçları ayıklamak arkeoloji, genetik ve dil bilimlerinden bir arada yararlanarak mümkün olabiliyor.

Bunun ilk kuralı da asla ön yargılı olmamaktır.