Düşünce ve sanrılarımı bir an durdurup, Üstyurt kenarındaki Devkesen Kale’de kendime dönmeye çalıştım. Yaralarımın yol açtığı fiziki körlüğüm ve sağırlığımla benim için kara bir bataklığa dönüşmüş olan küçük odada güne uyandım. Belleğime sinmiş olan Karatös’ü tükürüp, anılarımdan yalnız Arıtös soluğunu içime çekmem olanaksızdı. Havadaki oksijen ve azot gibi ciğerime birlikte gireceklerdi. Bu yaşamanın herkes için en doğal bedeliydi. Her neyse işe yaradı. Kendi başıma görüp, duyamasam da beni o odada Güleda, Kamaygıl ve diğer dostların beklediğini bilmek içimi rahatlatmıştı. Ancak Attila ile kimliklerimizi karıştırarak saklama çabam bizi pek çok saldırıdan korumuş olsa da, bir başka açıdan, yaşamlarımızı cehenneme çevirmişti. Bunun sorumluluğunu tek başıma yüklenebilecek kadar da güçlü değildim. Yaptıklarım için bağışlayıp, gerçeğe dönme çabamda yardımcı olmalarını sağlamam gerekiyordu. Bu daha ilk adım olacak, başarırsak Ujelska ve diğerleri ile olan karmaşayı da çözmeye yönelebilecektim. Dibe vurmuş olduğum çok açıktı, yine de bundan sonra toparlanma umudum artabilirdi. Yeşil Sin’in yanımda olması da büyük üstünlük sağlıyordu. Çevremi Güleda’nın duyularıyla görüp, işitip, algılayarak, içimdeki her şeyi ona açıkça anlattım. Bağışlamasını ve yardımcı olmasını diledim. Şaşırtıcı bir olgunlukla kabul etti. Hatta bana “Yaşananlarda iyi niyetle ve çok akıllıca yapmış olduğun her şeyin bazı olumsuz yan etkileri de olmuş olabilir!” dedi. “Ancak sen şu anda yalnızca kendi yargılayarak konuşuyorsun. Aslında benim de, senin daha hiç bilmediğin nedenlerle tüm bu olanlarda sorumluluğum var; özellikle Attila’nın başına gelmiş olabilecek tüm felaketler açısından.” Bunu daha önce de belirtmişti. İyice meraklandığımı anladı. Yine de daha fazla açıklama yapmadı. “Umarım zamanı geldiğinde ben de her şeyi senin kadar açık yürekle anlatıp, tüm gerçekler ve sorumluluğumla yüzleşip, sizlerle helalleşebilirim!” demekle yetindi. Üstelik bunları söylerken gözyaşlarını da tutamıyordu. Onun yaşadıklarının da benimkiler kadar acı vermekte olduğu açıktı. Bu kara bataklıktan ya hep birlikte çıkacak ya da hep birlikte boğulup, batacaktık.     

“Lacivert taşından bu kadar yoğun söz etmen bana bir şey anımsattı!” dedi. Böyle zihnimizde söyleşirken bluzunun üst düğmelerini açıp, boynundan ağır bir takı çıkarttı. Gümüşten, geleneksel Türkmen el işlerine çok benzeyen taşlı bir kolyeydi. Gümüş plakaları çevreleyen yine ince gümüş tellerle dokunmuş zincirlerle örülü bir işti. Saçaklarını düzeltip gösterirken, “Bunu Attila’ya sen vermişsin, o da onu son kez gördüğüm Moskova hava alanında birbirimizden ayrılırken bana armağan edip, herkesten saklamamı söylemişti. Sanırım ikiniz için de çok önemli bir anlamı var bunun!””Ben mi vermişim?” derken hiç anımsamıyordum. Ancak onun gözleri ve parmakları ile gümüş boyunluktaki renkli taşlara dokunduğumda katman katman bazı eski görüntüler zihnimi doldurmaya başladı. Tellerle örülmüş kalın gümüş bandın tam ortasında pinpon topu büyüklüğünde, yuvarlak bir gümüş plaka vardı. Bu plakanın çevresindeki altı köşeye renkli taşlar hak edilmişti. En üsttekinden başlayıp, saat yönünde hepsine tek tek dokundum. İlki fildişi dibi kirli sarı bir kemikti. Onları izleyen ikisi “beyaz ve yeşil ya da (jadeit /yeşim) taşları” ve diğerleri türkuaz, safir ve bir lacivert taşı olmalıydı. İçimden ‘Bu sıralama tıpkı Arıtös’ten Karatös’e geçiş kademeleri gibi!’ diye geçirdim. Bu taşların her birine dokunurken belleğimde yeni görüntüler uyanıyordu.  Ancak algıladığım görüntüleri düzgün, akıcı bir anıya çeviremiyordum. Plakanın tam ortasındaki sekiz köşeli bir taşın ise düşmüş olduğu belliydi. O boşluğa dokunduğumda sekiz köşeli taş yuvası bana Ujelska ile aramızda mühür gibi kullandığımız gümüş bir plakadan kesilmiş olan sekiz köşeli parçayı anımsattı. Tümden bize özgü sandığım bu ritüelin de Attila’nın anılarından kaynaklanmış olabileceğini düşündüm. Sonra kolyenin ortasındaki boş yuvadaki taşı sordum. Güleda da ne olduğunu bilmiyordu. Attila kolyeyi verdiğinde de yokmuş. “Sen vermişsin! Sen anımsayabilirsin!” dedi. İçimden Yeşil Sin’e sığınıp kolyenin ilk halini anımsamak için boşu boşuna çabaladım. Sonuç vermiyordu. Tükenmek üzereydim. Beynimde son gördüğüm şekil yalnızca bir avuç taştı. O anda birden anladım. “Ben Attila’ya yalnızca taşları verdim. Kolyeyi değil!” diyebildim. O da bana “Çok eski bir yöntemle çalışılmış. Bu kolyeyi yapabilecek usta artık Türkmenistan’da bile kalmadı sayılır!” dedi. “Peki, bu taşların önemi ne?” diye sordu. Tekrar taşlara ve kolyenin ortasındaki boş yuvaya dokunduğumda, yanıtı artık biliyordum. “Bunlar sıradan mücevher değil. Yer altı dünyası Kur’daki ruh kapılarının anahtarları. Yalnız yedinci ve son kapınınki eksik!” diye haykırdım.

“Binlerce yıllık bir Sümer efsanesinden kalma, ilahe İnanna’nın Kolyesi’ndeki taşlar!”