Uygarlıklar yorumlanırken kullanılan tüm kriterler genellikle günümüzde geçerli olan tercihlerimizce oluşturuluyor. Yaşam alanlarımız, beslenme, giyinme alışkanlıklarımız, düşünce ve davranış biçimlerimiz vb ne varsa günümüzden geçmişe doğru irdeleniyor. Bugün geçerli ve öncelikli olan neyse, geçmişte onların izi aranarak uygarlık tarihi yazılıyor. O izler uygarlığın temelleri kabul edilip yeni nesillere öğretiliyor. İnsan nüfusunun sürekli artışı ve insanın yalnız besin zincirinde değil, tüm egemenlik alanlarında başat, oyun kurucu, karar verici ve tekil uygulayıcı konumunu güçlendirmesi ile, farklı uygarlık modelleri de bir tek dünya sentezine dönüşüyor. Bu akılcı bir gelişme gibi gelse de, aslında uygarlığın durumu gerçekten objektif bir bakışla değerlendirilse, eleştirilmesi gereken pek çok eksik ve yanlışının olduğu da açıkça görülebilir. Yetersizliğini geçmiş kapsamında belirleyip, çözüm bulmamız olanaksız. İnsan uygarlığının son buzul çağı zirvesinden günümüze ulaşan kabaca 12 000 yıllık sürecinde, dünyanın tüm eko sistemi ve biyolojik çeşitliliği çok ağır hasar almış durumda.  Toplumsal yaşamlarımız egemen kastlar ve sınıflarca küresel nitelikli ağır baskılar altında. Ve bunların hepsi de kaçınılmaz sanılan uygarlık nitelikleri adına yaşanıyor. Alternatif yaşam tarzları ve tercihleri ile geleceği yeniden tasarlamamız giderek olanaksızlaşıyor. Bile bile, göre göre, çaresizce, bu gidişi nesilden nesile aktararak yaşayıp gidiyoruz. Canavar dediğimiz dinozorların 60 milyon yıl kadar süren (insanınkinin 5000 katı) ilkel egemenlik dönemlerinde bile dünya ve canlılar bu kadar yaralanmadı diyebiliriz. Okuyup, yaşayıp öğrenen, birey ve toplumları eğitmeye çalışan öğretmenler de ne yazık ki bu çaresizlik içinde yaşayıp gidiyorlar. “Başka bir yaşam tarzı mümkün !”diyen pek çok bilge kişi var, ancak onlar da bu dedikleri ile kalıyor. Etki kapasiteleri yok denecek kadar az. Bu yüzden bir yandan geçmişte hangi insan kabileleri bugünün temellerini attı konusunda birbirimizle yarışırken, insanlığın temel amaçlarından hep birlikte nasıl, nerede, ne zaman uzaklaşmaya başladığımız konusunda susmayı yeğliyoruz. Bu gidişte önderlik edenleri (hangi toplumsal konuma sahip olurlarsa olsunlar) fatihler, keşşaflar, bilginler, güçlüler vb olarak nitelerken, bunun sıradan insanların yaşamları ve dünyanın geleceğinde nasıl yaralar açıp, felaketler yarattığını görmezden geliyoruz.   

İnsan bireysellikten toplumlaşmaya geçerken yaşamsal gereksinimlerini sağlamak için her yolu denemiş; bu yolların toplumlarında ve diğer canlı türleri üzerinde yarattığı yıkıcı etkileri ise hiç umursamamış. Başlangıçta tek başına doğadan bir şeyler toplayarak, doymak için avlanırken, yenen kadar yenilen, avcı kadar da av olmuş. Bunun çözümünü örgütlenmekte bulmuş. Daha önce tohumları, bitkileri toplayıp karnını doyururken, bunu daha kalabalık gruplarla yapmaya başlamış. Ava yalnız çıkmayı bırakıp, kalabalık sürek avları düzenlemiş. Örgütlendikçe güçlenmiş. Topladığı tohumlarla tarım yapıp, yakaladığı hayvanları sürüler halinde gütmüş. Kötü günler için depolar inşa edip, köyler oluşturmuş. İşte bu noktada yağmacılık da başlamış. Yağmacılığa karşı köyler surlarla çevrilip kentlere dönüştürülmüş. Biriktirilen varlıkların takas edilmesi ile de karşılıklı olarak, farklı toplumların yaşam kalitelerini artıran ticarete girişilmiş. Varlıkların uzaklara taşınması gerekince ticaret kervanları, kervanlarla da onları vuran haramiler ortaya çıkmış. Üretmek için çalışanları şiddet altında yönetmenin “dayanılmaz hafifliği” emperyal güdüleri, sömürgeciliği tetiklemiş. İşte uygarlığın temel öyküsü bu. Başka türlü olabilir miydi? Belki de! Ancak artık bunu tartışmak için ne yazık ki çok geç. İnsanlığın tüm geleceği çoktan bu uygarlık anlayışının baskısı altında. Bedelini yaşayacağı, hayallerinin tükendiği. “diyalektiğin bitip bu tarihin sona ereceği” noktaya doğru hızla yaklaşıyoruz. Geçmişe bakarak böyle bir geleceğe yürürken ara sıra aklımıza getirmekte yarar var. En azından böylece aklımızdaki, gönlümüzdeki bazı soruları yanıtlamış, içimizdeki bitmeyen sıkıntının nedenini de bir ölçüde anlamış oluruz. Anadolu Tarımcılarının Avrupa’ya yayılması ile o coğrafyada daha önce görülmeyen çok daha örgütlü toplumlaşmalar ortaya çıkıyor. Vinca Kültürü, Çizgili  – Bant Seramik Kültürü vb olarak adlandırılıyor. Yalnız besin kaynakları değil, alet ve silah yapımında kullanılan obsidyenle başlayıp, bakır, kalay, tunç, demir vb gibi metallerin ve eşyaların üretim ve ticaretinin de örgütlenip geliştiği tespit edilmiş durumda. Buna bağlı olarak da Avrupa’da daha önce görülmeyen kapsamlı savaşlar da başlıyor. Balkanlardan Orta Avrupa’ya hemen her yerde acımasızca yağmalanıp öldürülmüş insanlara, kervanlara ait toplu mezarlar (Tollense vb) bulunuyor. Bu gelişmeler de Anadolu’da çok daha önce başlamış.“Ticaret Kolonileri ya da Karakolları” (Karum-lar) denen özel yerleşkeler kurulmuş. Daha para icat edilmemiş, ancak insanlık ticaretin yararını anlamış.

Artık “Karun” kadar zengin olmanın yolunun “Karumlar”dan geçtiğini biliyorlar.