İnsanın da, tüm diğer varlıkların da tarihi aslında yalnızca “yol öykülerinden” oluşur.  Zaman zaman bu gezginler bir kervansarayda soluklanırken, ateşin başında, gelişlerinin öyküsünü birbirleri ile paylaşıp, gidecekleri yönünkini o yakadan gelenlerden dinlerler.  Hepsinin amacı aynıdır; menziline ulaşmak. Bu kervanlar, kervansaraylar döneminde nasıldıysa, sınırsız bilgi akışlı elektronik iletişim çağında da böyledir. Gezginler buluştukları ateşin ya da bilgisayarların başına belirledikleri kimlikler, profiller ile oturup, yol öykülerini paylaşır. Avcı toplayıcılar 100 bin yıl önce çıktıkları Afrika’dan tüm dünyaya, buzul çağlarını, okyanusları, sıra dağları aşıp, bu yayılmış. Şimdi yıldızlar arasına da aynı avcı toplayıcı ruhu ile böyle yayılmaya hazırlanıyorlar. Yollar zamanı erdiğinde hep açılıyor. Aşmak bir bilgi, beceri ve sabır konusu yalnızca. Bugün olmazsa yarın, şartlar elverir, istedikleri yere ulaşırlar. Tek önemli engel kendilerinin yarattığı kimlikler, profiller aslında. Bu yüzden o buluşma ateşinin başına yabancı oturup, yabancı kalkmak zorunda kalabilirler. Ya da yabanıllık biter, yapay kimlik sınırları aşılıp, 3 milyon yıldır aynı insan soyunun, “son kabilenin” bireyleri olduğumuz anımsanır. İşte buna uygarlık denir. Uygarlık ortak kimliğin, ortak profillerin paylaşılmasıdır. Çünkü uygarlık insanın icadıdır ve ancak bireyleri, kabileleri aşarak insanlık denen çok daha geniş kapsamlı, soyut bir kavrama ulaşabilir; tıpkı dil, alfabe, matematik, sanat, bilim ve içsel algılar gibi. Kervan ateşi başında bu “ortaklık ve paylaşım” olmadan dağların denizlerin ötesindeki diğer kervansaraylara ulaşamayız. Bu yüzden tarih dediğimiz yol öyküleri içinde özellikle Doğu Akdeniz’de (Levant), “Koinos dialektos” (Yaygın dil, genel lehçe / Klasik Helenistik - Anadolu, İskender, Roma ve Bizans dönemleri),” Lingua Franca” (Sabir, Lisan al Faranca vb. orta çağdan 19. YY sonlarına dek) denen karma diller ortaya çıkmış. Özellikle denizciler, tüccarlar, gezginler vb. tarafından kullanılıp yaygınlaştırılan bu karma (pidgin) diller zaman ve mekan içinde Yunan, İtalyan, Arap, Türk, Fars vb dillerinden ve kaybolmuş pek çok yerel dilin birbirine karışmasından oluşup (günümüzde yerel dillerle karışık kullanılan İngilizce vb gibi) yaygın şekilde kullanılmış. Gezgin Günceleri (Seyahatnameler) bu dillerden örneklerle doludur. İşte İzmir, Kadife Kale, Vourla / Urla vb. gibi sayısız örnekte çok farklı adlandırma şekillerinin ortaya çıkış nedenlerinden biri de budur. İleride bu konuya tekrar değineceğiz.

Yolumuza Kadife Kale’den Urla’ya doğru devam etmeden, “Kalenin dibindeki efsanevi ağacın” sırrına da değinmemiz gerekiyor. Bu sır bizi çok farklı yönlere götürüp, konumuzu uzatabilir (Bkz. Vourla’dan Urlaya / VU – 8). Gezgin Evliya Çelebi, “Çitlembik ağacına benzerliği var” diyerek bu ağacın türü hakkında bir iddia da bulunmuş. Bu sırrı çözmek için elimize önemli bir olanak geçti. Evliya Çelebi’den (1611 – 1682 / 17. YY) bir süre sonra aynı ağacı gören Fransız gezgin ve botanikçi Joseph Pitton de Tournefort (1656 – 1708) yanında bir hekim ve ressamla birlikte (1700 lerin başında) İzmir’e gelir ve Kadife Kale’deki bu ağacı da görerek inceler. Ölümünden sonra basılabilen gezi güncesinde (Relation d’un Voyage du Levant) bu ağacın (tıpkı Evliya Çelebi gibi) bir Çitlembik (Celtis) türü olduğundan söz eder. Dünyada “Doğu / Oryantal Çitlembik” olarak da tanınan bu ağaç Güney Doğu Avrupa bölgesinde endemik olan bir türdür. Tıbbi bitki olarak kullanılabildiği gibi yağı ve uçan yağı kozmetikte önemlidir. Günümüz İzmir’i içinde çok nadirdir. Çocukluğumuzda (60 yıllar) Bornova – Küçük Park Ast. Subay Gazinosu arkasındaki lojmanların bahçesinde pek çok vardı. Biz o çağda “S – Nesli” (Sokak Çocuğu nesli) olduğumuzdan bu ağaçlara çıkıp hem tohumlarını atıştırır, hem de içi delik, tüp gibi “kargı” parçalarından bu tohumları yoldan geçenlere üfleyerek oynamayı çok severdik. Zamanın sokak çocuğu ağzı, Lingua Franca’sında “Tüh-Tüh” denirdi. İşin çok önemli bir yönü de bu bitkinin bilimsel adının 1797 de yine bir biyolog, naturalist ve asker olan “Şövalye” Jean – Baptiste chevalier de LAMARCK (1744 – 1829) tarafından Celtis tournefortii Lam., (Encycl. 4: 138 (1797)) olarak (yani Tournefort’a atfedilerek) konmuş olmasıdır. Böylece bildiğimiz ilk yazılı kaydı Evliya Çelebi’ye ait olan bir bitki türü farklı bir bilimsel camia tarafından parsellenmiştir. İşte bu nokta, giderek küreselleşmekte olan uygarlık âleminden uzak kalmanın nasıl bir dışlanmaya yol açabildiğinin örneklerinden biridir. Çelebi seyahatnamesinde bu ağaca atfedilen öyküler (Bkz. UV-8) Roma çağında İzmir’de yaşayıp, inancı nedeniyle infaz edilen Hristiyan azizi St. Polycarp’a kadar uzanmaktadır. Rivayete göre onun “kalenin dibinde yere sapladığı asasından büyümüştür ve doğaüstü güçlere sahiptir. İzmir’den çıkmadan Tournefort ve Lamarck’ın ilginç ve (halen) gizli sırlarına değineceğiz. Bunun nedeni de öykümüzde II. Viyana Kuşatması (1683), Karlofça Antlaşması (1699) ve Lale Devri 1718 – 1730) ile ilginç ilişkileridir.

17. YY Osmanlı İmparatorluğu dünyası için bu yüzden bir dönüm noktasıdır.