Gizlemek ile saklamak arasında görünür ayrılıklar var. İlkinde, sözcüğün kökü olan “kiz” sandık, kutu, ikincisinin kökü olan “sak” ise dikkat demek. Sözcük kökeni uzmanları böyle söylüyor. “Sak” kökü de kendi başına “sa-“ düşünmek fiilinden türetilmiş. Sonuçta her ikisi de korumak amacını vurgulamak için kullanılıyor olsa da, bu eylemin nasıl başarılabileceği noktasında çok farklı iki yolu öneriyorlar. Kimlik gibi, herhangi bir şeyi saklamaya çalışırken kapalı kutularda gizlemek, yani görünmez, bilinmez hale sokmak onu anlaşılmaz kılıyor ve sonuçta tümden unutulmasına bile yol açabilir. Saklamak ise onu düşünüp, ona dikkatimizi odaklayarak korumak demek oluyor. Bu yüzden “Tanrı saklasın!” dileğinde gizlesin diyemeyiz. “İyi gizlenmiş şey, yarı kaybolmuş demektir!” deyişinde de saklanmış demek yanlış oluyor. Bunları bana annemin öğrettiğini anımsıyorum. Bu yüzden Etzel’in korumak istediği kimliğini gizlemiş değil, bilinç altında bir düşünce yumağıyla sararak saklamış olduğunu peşimdekilerin akıl etmesi çok zor. Üstelik annem Türk olduğu için, bu düşünce silsilesini onun dilindeki çok eski sözcüklerle kodlamış olmam da zor tahmin edilebilir. Bu düşüncelerle unuttuğum algoritmayı anımsamaya çalışıyordum.

Yeşil Sin’in dediği gibi, çevreyle iletişimi olabildiğince sıfırlayarak zihnimi sakladığım kimliğe yeniden ulaşmaya odaklarken pek çok şey kendiliğinden aklıma geliyor, tekrar bilinç düzeyime çıkıyordu. Bunlardan biri de beden – zihin - ruh bütünlüğü konusuydu. Çünkü kimliğim bunlarla şekillenmişti ve çözüm algoritmasına ulaşabilmem için önce bu kilidi açmam gerekiyordu. Türkler gibi, tüm eski doğa toplumları avcı toplayıcılıktan sonra, konar – göçer, yarı tarımcı çoban olmuşlardı. Kendilerinin ve güttükleri hayvanların karnı nerede doyuyor, nerede doğal zorluklara karşı güvende oluyorlarsa oralara yurtlarını kuruyorlardı. Zaten mavi gök altında insanların koyduğu sınırlara, zorlanmadıkça, aldırmazlardı.  Bu yaşam şekilleri nedeniyle de tek bir merkezden yönetilmeleri olanaksızdı.  Tek bir saray ya da tapınak çevresinde toplanmayıp, obalar, kabileler halinde yayıldılar. Yönetim erki kan ve yetenek temeliyle oluşan, töre dedikleri güç odaklarından başka bir şey değildi. Bir tehlike halinde bu odaklar etrafında toplanıp savaşır, tehlike geçince de tekrar yurtlarına (evlerine) dağılırlardı. Kent toplumları gibi, seçkin kutsallıkları yoktu, çünkü onlar için doğa bir bütündü ve her şey aynı ölçüde kutsaldı. Dünyanın merkezinde oturan bir insan ya da onun yarattığı bir kral da yoktu, çünkü her yer dünyanın merkezi olabilir, her insan kendi kendini yönetebilirdi. Bu da anlayışlarını oluşturdu; her şeyin tek ve ölümsüz bir ruh olduğuna inandılar. Anima Mundi, dünyanın ruhu böyle doğdu. Büyük çapta unutulduğu, bilinmezliğe gömüldüğü için zihnimi kodlarken, bellek açılımımı tetikleyecek olan sözcükleri bu kültürden seçmem en büyük olasılıktı. O sözcükler beynimin kadim kalıpları, gizem kapılarının anahtarları olmaya çok uygundu. O eski halklar, en eski dillerinde bedene, zihne, ruha ne diyor, onları ne sanıyordu? Anmak çağırmak olduğu kadar, o dillerde sa-n-mak da düşünmek demekti. Daha derin odaklanmaya çalıştım.

Önce zaten var olan her şeyin bir ruh ve bütünün ayrılmaz parçası olduğuna inandıklarını anımsadım. Tek tek bunlardan her birini farklı adlandırmalarına karşın bu bütünlüğü özenle koruduklarını biliyordum. O anda aklıma “dokuz canlı” deyimi geldi. Kedigiller gibi, varlık niteliklerini tam çözemedikleri, bu yüzden de hem hayran oldukları, hem de biraz korktukları canlılara ve onlara benzettikleri insanlara “dokuz canlı” diyorlardı. Can sözcüğü bir anlamda yaşamı anlatsa da aslında Farsça’da doğrudan ruh sözcüğünden türetilmişti. Türkçedeki tam karşılığı Tin / Tın oluyordu. Bu yüzden Türkler yaşlık, su tutabilen, verimli topraklara da “tınlı / canlı  toprak” diyordu. Öncelikle bu dokuz canı düşünüp, anımsamam gerektiğini anladım. Aklımdan pek çok sözcük geçti ve sonunda bazıları uygun olmadığından kendiliğinden elendi. Tekrar tekrar anıp çağırdıklarım bir araya gelip kümelendi. Bunlar Sın (beden), Tın (can), Kut (mutluluk), Süne (hayvan), Yula (düş), Yayığ(k) (yaratıcılık), Tös (edinç /müktesebat), Erk (güç) ve Tükel (bilgelik) iyeleri, yani ruhlarıydı. Belleğimi ve kimliğimi geri kazanmamın anahtarı bu iyeler arasında olmalıydı. İlk anahtarın hangisi olduğunu düşünmeye başladım. Çok sürmedi, aralarından bir iye öne çıktı. Aynı anda Yeşil Sin’in daha güçlü parlamaya başlamasıyla bu seçimimin yerinde olduğunu fark ettim; bu “Tös” iyesiydi. Edinç tüm doğadan ve atalardan edindiğimiz her şeyin izlerini içinde barındıran bir iyeydi. Tıpkı hücre çekirdeklerimizdeki DNA gibi bir arşivdi.

Tös beni genetik belleğimin kadim kütüphanesine sokacak ilk anahtar mıydı?