Yazdım, çünkü farklı olmanın bedelini böyle ödeyebilirdim… Aslında hepimiz farklıydık da, farklı olduğumuzu farkında değildik, ta ki fark edene kadar…

Küçük bir çocuk iken, tavanı yüksek ve devasa pencerelerinden denizin mavisi ile yeşilin birleştiği harika manzarası olan bir evde hayal ederdim kendimi… O hayali her düşlediğimde, yalnız ve kudretli bir kadın olarak, o pencerenin önünde tabiatın kokusunu içime çekip denizin sükûnetini izlerken bulurdum kendimi… O yaşımda çevremde ne yaşanıyor, neler oluyor da böyle bir hayal kuruyordum bilmiyorum… Kim bilir, etrafımda yaşanan olaylardan hangilerini seçip bilinçaltıma depolamıştım, farkında olmadan ve farkına varmadığım… Neticede bilinçaltı bu… Neyi yükleyip, neyi yüklemeyeceğini sana sormuyor ki…

Bilincimin altında ne vardı bilmem ama o günlerde, ister tasavvuf ister kuantum fiziği ya da enerji döngüsü… Adına her derseniz deyin, yaşamım ile ilgili hayal ettiğim tasvirlerin gerçek olacağını bilseydim yine aynı hayali kurar mıydım bilmiyorum… Tek bildiğim yalnız ve kudretli bir kadın olmanın hayalini kurdum… Ve oldu… Üstelik güç ve kudret kelimelerinin arasındaki farkı bile bilmeden…

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki herkes, her kelimeyi kendi bilgi ve deneyimi kadar algıladığı için sizlerin zihninde yalnızlık ve kudret ne demek bilmiyorum… Benim için ise yalnızlık, kalabalık içinde kimsesiz kalmak değil aksine aynı kalabalık içinde huzur ve bu huzura kabul edeceğim insanları seçme lüksü demek… Etrafındaki insanların, sana dikte ettiği fikirlerine, herkesin aynılığına inat sen kalabilmektir… Kudret ise her hangi bir makam, ün ya da maddi zenginliğin gücüne değil de, sadece kendin olarak kimseye minnet etmeden, boyun eğmeden, her yaşanana eyvallah diyerek farkındalık ile yaşayabilme özgürlüğüdür…

Çocukluk anılarıma dönüp baktığım zaman, karakterimin de tipim gibi farklı olduğunu hatırlıyorum diğer çocuklardan… Sanki Walt Disney tarafından çizilmiş bir çizgi film kahramanı gibiydim… Kafamın üzerinde sanki kendi bağımsızlığını ilan etmiş olan kıvır kıvır saçlarım, her daim ağzında lokma varmış gibi duran hafif pembemsi kocaman yanaklarım ve bez bebeklere dikilen düğmeler gibi duran boncuk gözlerim ile tanıdık tanımadık herkesin sevmek için bir köşede kıstırma planı yaptığı bir çocuktum… Bizim milletin çocuk sevmekten anladığı, çocuğun yanaklarını koparırcasına ısırmak ve sıkmak olunca, bende kendimi sevdirmemek için her türlü gıcıklığı yapardım… Çok konuşmaz, sırnaşmaz, kendi hayal dünyamda yaşardım… Duvar boyamak, eşya kırmak, koltuk yırtmak gibi huylarım yoktu… Garip bir şekilde yaramaz çocuk kriterine uymasam da bedenimin çeşitli yerlerindeki dikiş ve yara izleri hala görünür… Bir anlamda kendi köşemde, kendime zararım olan farklı bir tarzım vardı…

2010 yılı öncesine dair birçok anımı net olarak hatırlamıyorum ama bazı anlar var ki zihnimin bir köşesine mıhlanmış, unutmak istesem de unutulmuyor…

Mesela henüz ilkokul çağında, oturduğumuz evin karşısındaki binaya yapılan otopark girişi inşaatında ne işimiz vardı bilmiyorum… Çocukluk işte… Arkadaşlarım ile nasıl bir oyun kurduysak kendimize oraya gitme kararı almıştık… Herkes otoparkın girişi olan düz yolda yürürken, ben ise diğerlerinin aksine yolun henüz tamamlanmamış kenar kısmından, üstelik sıralı tuğlalar üzerinden sek sek yürümeye çalıştığımı net hatırlıyorum… Sonrası ise annemin kucağında gözümü açışım… Hatırlamadığım o ara zamanda, yaklaşık bir apartmanın ikinci kat yüksekliğinden, üzerinde cam kırıkları olan bir elektrik dolabının üzerine düşmüşüm… Üstelik bırak kırık çıkığı, burnum bile kanamamış… Herkesin yaptığını değil de farklı olanı yapabilme arzuma yönelik risk alma huyum belli ki o günlerden kalma…

Keşke çocukluk dönemi yaramazlıklarım bu olay ile sınırlı kalsa… Bir de sokak hayvanları ile maceralarım var ki hala dillere destandır… İnsanlar gibi hayvanlar ile de haşır neşir olmayan bir çocuk olmama rağmen her sene 3 kuduz aşım garantiydi… Her yaz bir kere mutlaka bisiklet ile bir arabanın altında kalırdım… Her hangi bir zamanda diliminde mutlaka akıl almaz bir şekilde bir yerden düşer, bedenimin her hangi bir yerine bir kaç dikiş atılırdı… Hani spritüalizm; “Sınavını geçene kadar aynı olay ile sürekli sınanırsın… Korkun ile yüzleşene kadar aynı olayı, farklı senaryo ile tekrar tekrar yaşarsın…” der ya, belki de ölüm korkusu hissetmeyişimin sebebi de bu yüzden… Tabi o zamanlar, yeterince bilinçli olmadığım için önüme geleni sadece yaşıyordum… Şimdi, yeni yeni anlıyorum yaşadığın korku her ne ise onunla yüzleşmediğin sürece evrenin her sınavı sana tekrar tekrar yaşattığını…