Liyakat, yani bir kişinin bilgi, yetenek ve erdemleri doğrultusunda hak ettiği yere gelmesi, insanlık tarihinin en köklü tartışmalarından biridir. Devletlerin yükselişinde ve çöküşünde, toplumların refahında ve çürümesinde belirleyici bir unsur olmuştur. Eski çağlardan günümüze kadar farklı kültürler ve medeniyetler liyakate verdikleri önem ölçüsünde gelişmiş ya da gerilemiştir.

Tarih Sahnesinde Liyakat

Roma İmparatorluğu'ndan Eski Türk Devletlerine, İslam Medeniyetinden modern Batı dünyasına kadar pek çok devlet liyakatin ya yükselişini ya da yok oluşunu deneyimlemiştir. Roma’nın en parlak dönemlerinden biri, Cumhuriyet Dönemi’nde yetenekli senatörlerin ve komutanların yükselmesiyle yaşanmıştır. Ancak, İmparatorluk Dönemi’nde nepotizm (akraba kayırmacılığı) ve rüşvetin yaygınlaşması, yavaş yavaş çöküşün habercisi olmuştur.

Eski Türk devletlerinde ise kağanların en önemli görevi, bilgili ve cesur beyleri yönetimde görevlendirmekti. Bilge Kağan, Orhun Yazıtları’nda devleti güçlü tutmanın yolunun "bilge kişilerin başa gelmesinden" geçtiğini anlatır:

"Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir? Ey Türk budunu, titre ve kendine dön!"

Bu sözler, liyakatli yöneticilerin devleti ayakta tutan temel taşlardan biri olduğunu göstermektedir.

İslam tarihi de liyakat konusunda önemli dersler sunar. Hz. Muhammed, yönetimde ve görev dağılımında liyakati esas almış, kabilecilik ya da akrabalık bağlarını değil, kişinin yetkinliğini ön planda tutmuştur. Bir hadisi bu anlayışı net bir şekilde özetler: “İş, ehil olmayana verildiğinde kıyameti bekleyin." (Buhari)

Bu söz, liyakatsizliğin toplumları nasıl felakete sürükleyebileceğini açıkça göstermektedir. Halifelik dönemi boyunca da Hz. Ömer gibi liderler, yönetimde adaletin ve liyakatin esas alınması gerektiğini vurgulamışlardır.

Mustafa Kemal Atatürk, liyakati esas alan bir devlet anlayışını benimsemiş ve Cumhuriyet’in temellerini bu ilkeye dayandırmıştır. Kurtuluş Savaşı’nda cephede gösterdiği liderlik kadar, devlet kadrolarında da bilgili ve deneyimli kişileri göreve getirmesi, Türkiye’nin hızlı kalkınmasının temel nedenlerinden biri olmuştur. Atatürk, liyakatsizliğin bir milletin geleceğini nasıl tehlikeye atabileceğini şu sözleriyle ifade etmiştir:

"Bir milletin siyasi ve fikri seviyesini yükselten, doğrudan doğruya o milletin kendi yetenek ve liyakatidir."

Bu anlayış, eğitimden bürokrasiye kadar her alanda yetenekli bireylerin önünü açmayı hedeflemiştir.

Günümüz Batı dünyasında da liyakat, özellikle demokratik sistemlerde önemli bir yer tutar. Avrupa ve Amerika’da kamu yönetimi, akademi ve özel sektörde liyakat esasına dayalı sistemler geliştirilmiştir. Ancak, zaman zaman bazı ülkelerde siyasi kayırmacılık ve çıkar ilişkileri liyakat ilkesini zayıflatmaktadır. Bunun önüne geçmek için şeffaflık ve hesap verilebilirlik mekanizmaları güçlendirilmiştir.

Örneğin, modern kamu yönetiminin temel taşlarından biri olan Max Weber’in bürokrasi anlayışı, liyakate dayalı atamaların devlet mekanizmasının etkinliğini artıracağını savunur.

Ve geldik şairlerin diliyle Liyakate; Şairler de liyakatsizliğin zararlarını ve liyakatin değerini sıkça dile getirmiştir. Örneğin, Fuzuli, liyakatsiz kişilerin makamlara getirilmesinin adaleti ve toplumu nasıl yozlaştıracağını şu dizelerle anlatır:

"Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar,

Felek böyle garip bir hikâye yazdı."

Bu dizede, liyakatin yerini rüşvetin aldığı bir düzenin nasıl çürüdüğüne dair güçlü bir eleştiri yer almaktadır.

Ziya Paşa, liyakatin yerini torpilin aldığı bir düzenin ne denli yıkıcı olduğunu meşhur terkibibendiyle anlatır:

"Eğer marifet iltifata tabi olsaydı,

Meydan-ı hüner mârifet erbabıyla dolardı."

Yani, gerçek liyakat sahipleri hak ettikleri değeri görseydi, yetenekli insanların önü açılırdı. Ancak, kayırmacılık nedeniyle bu kişiler geri planda kalır.

Namık Kemal, liyakatsiz yöneticilerin devletleri nasıl felakete sürüklediğini şu sözlerle ifade eder:

"Düşmez cihanın aşk ile dâr-ı saadete,

İnsaf ile zulmü ayırt eylemeyenler."

Adaletle liyakat arasındaki bağı vurgulayan şair, liyakatsiz yöneticilerin zulme yol açacağını belirtir.

İstiklal Marşı’mızın ve Çanakkale Destanı'nın büyük şairi Mehmet Akif Ersoy ise liyakatsizliğin bir milletin yok oluşuna sebep olabileceğini vurgulayarak şöyle seslenir:

"Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet,

Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten."

Bu dizeler, özgürlüğün ancak liyakatli bireylerin omuzlarında yükselen bir milletle mümkün olabileceğini ima eder.

 Sonuç: Liyakatsizliğin Bedeli, Liyakatin Gücü

Tarih, liyakatli kadrolarla yükselen medeniyetlerin, kayırmacılıkla çöktüğüne sayısız örnek sunar. Devletlerin, toplumların ve bireylerin gelişimi ancak ehliyet sahibi insanların hak ettikleri yerlere gelmesiyle mümkündür.

Günümüz toplumlarında, liyakatin zedelendiği her alan yozlaşma ve çöküş riskiyle karşı karşıyadır. Ancak liyakat ilkesini temel alan sistemler kurulduğunda, toplumlar bilimde, sanatta, ekonomide ve yönetimde ilerlemeye devam eder.

Tarih, liyakati gözetmeyenlerin yazgısını acı bir şekilde yazmıştır. Geleceği inşa ederken bu dersi unutmadan hareket edenler yetenekli bireylerin önünü açarak ilerlemeli...

 Büyük üstat Nazım'la bitirirken Edip Akbayram'a saygıyla selam edelim...

Çocuklar inanın, inanın çocuklar

Güzel günler göreceğiz güneşli günler

Motorları maviliklere süreceğiz

Güzel günler göreceğiz güneşli günler.