Şöyle geçmiş tarihe baktığınız zaman, dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir zamanında Atatürk gibi zoru başarmış bir lider görmeniz mümkün değil. Nasıl bir akıl, nasıl bir cesaret, nasıl bir azim O’nda olan. Her okuduğum kaynakta, izlediğim belgesellerden öğrendiklerim karşısında bir kez daha hayran oluyorum.

Atatürk ile ilgili anıları okumak çok keyif veriyor ve duygulandırıyor. 

Bu hikâye Atatürk’ün en sevdiği hikâyelerdenmiş. Arada kendi anlatır, arada başkasına anlattırır, hep gülermiş.

Bir gün Yeşilaycı bir profesör bir konferans veriyor. Konferans esnasında bir ara dinleyicilere soruyor:

-“Bir eşeğin önüne iki kova koysanız. Biri su dolu, biri rakı. Hangisini içer?”

Ardından cevabı kendi veriyor:

-“Tabii suyu.”

Gene bitirmiyor, soruyor:

-“Neden?”

Arkadan bir bekri söz alıyor. Yüksek sesle cevaplıyor.

-“Eşekliğinden.”

Atatürk bu cevaba bayılıyor. Gülüyor, gülüyor. Bir akşam orman çiftliğinde yanında erkânı, açık havada oturuyorlar. Rakılarını yudumluyorlar. Biraz ilerde 15-16 yaşlarında bir çiftçi çocuk çalışıyor. Atatürk el edip, çağırıyor. Soruyor:

-“Söyle çocuk: Bir eşeğin önüne iki kova koysan. Biri rakı dolu, biri su. Hangisini içer?” Anadolu tosunu yutkunuyor. Bakıyor. Gazi Paşa Hazretlerinin ve yanındaki muhterem zevatın önünde rakı kadehleri. Devletin en büyükleri… Esas vaziyetine geçiyor:

-“Rakıyı kumandanım!”

Atatürk kahkahayı basıyor. Herkes şaşkın. Ata onlara dönüyor. Muzip bir şekilde:

-“Aman beyler! Neden diye sormayın!”

Atatürk’ün yakınlarından biri neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:

-“Paşam…” der, “Şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalaalarına nasıl olsa sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum… O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşısında söyletirsin?”

Atatürk, yüzüne alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti:

-“Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaati hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.”

 Atatürk bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar, Topkapı Sarayı Müzesi’ne gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı:

-“Henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin.” der.

Hiç şüphe yok ki, kapıcı Atatürk’ü tanımamış ve gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu olayda mühim olan nokta Atatürk’ün kapıcının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.

Atatürk’ün yakın dostu Falih Rıfkı Atay’ın aktardığı bir hikâye şöyle:

“Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrinden ve büyük taarruz hazırlıklarından önceki günlerdeyiz. Mustafa Kemal Keçiören’de yakın adamlarıyla Ankara’da son gecesini geçirdi. Ayrıldığı zaman hayli yorgundu. Yanındakilere dönüp:

– “Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz” demişti.

İzmir’den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce:

-“Bir gün yanılmışım!” dedi.

      Yıl 1938, günlerden 10 Kasım…

İstanbul Üniversitesi’nde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş… Hukuk Fakültesi’nde ders veren bir Alman profesör var, o da olayı duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar verememektedir. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar ve rektörün yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:

-“Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?”

Rektör cevap verir:

-“Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.”

İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:

-“Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki…” der.

Atatürk’ün gömüleceği yer ve toprak konusunu Afet İnan şöyle özetliyor:

O’nun kabri elbette Ankara’da olacaktır. Fakat bu şehrin neresinde? Çünkü O’nun en son kuvvetli isteği bir an önce Ankara’ya dönebilmekti. Biri Büyük Millet Meclisi’nden İstasyon’a inen cadde üzerindeki yuvarlak yer, diğeri Çankaya’daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu nedenle konuşulmuştur:

Bir akşam Atatürk’ün etrafında toplananlar arasında, O’nun ölümlü oluşu üzerinde durulmuş ve özellikle kendisi 1926 suikast girişiminden sonra söylediği cümleyi tekrar etmişti:

-“Benim naçiz vücudum bir gün elbette toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” dedikten sonra,

-“Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki beni unutmasın” demişti.

Meclisin altındaki yuvarlak yeri ortaya atan kişiye ise,

-“İyi ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet edemem”.

Ancak, gene o akşam ileri sürülen bir fikrin kendisini çok duygulandırdığını, bugün bile hatırlıyorum.

Memleketin bütün sınır boylarından getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin sembolik savunmasını yapmıştı. Atatürk, böyle bir fikrin uygulanmasından ancak, ölümlü vücudu için hoşlanacağını ve gurur duyacağını anlatırken bana bakarak:

-“Bunu unutma!” demişti.

Atatürk’ü, ölümünün 85. yılında saygı, sevgi ve büyük özlemle anıyoruz.