Kadına şiddet, yalnızca fiziksel bir darbe değildir; aynı zamanda kadının ruhuna, onuruna ve özgürlüğüne vurulan görünmez bir zincirdir. Ancak bu zincirlerin en ağırı, toplumun kadına yüklediği sessizlik zorunluluğudur. Şiddet gören bir kadın, çoğu zaman yalnızca darbelerin acısıyla değil, konuşmasının bedelini ödeyeceği korkusuyla yaşar.
Toplum, kadını susturur. “Yuvanı yıkma,” “Çocuklarını düşün,” “Kocandır, sever de döver de” gibi sözlerle kadına, adaletin kapısını çalmaktan vazgeçmesini fısıldar. Kadın, yaşadığı zulmün faili kadar, sessiz kalan ve ona bu sessizliği dayatanlarla da mücadele eder. Bu baskı, kadını yalnız bırakır. Komşuların duyduğu çığlıklar susturulur, ailelerin “ayıp olur, elalem ne der” korkusuyla örttüğü gerçekler kadının omuzlarına bir yük daha ekler. Ah o elalem…
Şiddet, yalnızca kadını değil, geleceği de karartır. Her suskunluk, her “başka kapıya” itilen kadın, yeni bir trajedinin temelini atar. Sessiz kalınan her olay, başka bir şiddetin davetiyesidir. Bu döngü, kadını köleleştiren, suçluyu ise ödüllendiren çürümüş bir düzen yaratır.
Peki ya kadın sesini çıkarırsa? Kınanır. Mahallede adı çıkar, ailesi tarafından dışlanır, hatta çoğu zaman şiddetin dozu artar. Bir toplumsal yargı, kadını adeta bir mahkûm gibi zincirlerken, asıl suçlu serbestçe dolaşmaya devam eder. Bu düzen, şiddeti besler ve güçlendirir.
Şiddete uğrayan kadının susturulması bireysel bir trajedidir. Her susturulan kadın, adaletin boğulmuş bir sesidir. Toplumun vicdanında derin bir yara izi bırakır. Kadınların susmak zorunda kalmadığı bir dünya, ancak toplumun sessizliği bozulduğunda mümkün olur. Şiddete ve susturmaya sessiz kalmak, bu suça ortak olmaktır. Bu sessizlik kırılmalı, çığlıklar yankılanmalı. Kadının çığlığı, toplumun vicdanını uyandırmalı. Çünkü susturulan her kadın, yalnızca kendi acısını değil, hepimizin ortak utancını taşır. Şiddeti durdurmak için önce sessizliği bozmalıyız. Aksi halde, kadınların susmak zorunda olduğu bu dünya, hepimizin boynundaki bir utanç zincirine dönüşecektir.
Gelelim mevzunun benim alanımla ilgili kısmına. Eğitimciyiz malum…
Çocuklar, dünyayı anlamak ve kendilerini ifade etmek için konuşmaya ihtiyaç duyar. Gürültü yapmaya ihtiyaç duyar. Bu, onun kendini anlatma, ifade etme şeklidir. Bir çocuğun biz yetişkinler gibi derdini “Gel bakalım iki kelam edelim de , bir derdim var onu anlatayım sana” demesini bekleyemeyiz. Adı üzerinde, “ çocuk” . Çocuklarımız sürekli sorular sorduğunda, konuştuğunda, "Sus, konuşma" gibi ifadeler kullanmak, onların özgüvenini zedeleyebilir ve duygusal gelişimlerini olumsuz etkileyebilir. Çocuğa sürekli olarak susmasını söylemek, düşüncelerinin ve hislerinin değersiz olduğu mesajını verir. Bu, uzun vadede sosyal kaygı, iletişim sorunları ve düşük benlik saygısına yol açabilir.
Araştırmalar, özgürce konuşabilen çocukların problem çözme becerilerinin ve duygusal dayanıklılıklarının daha güçlü olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, çocukların kendilerini ifade etmelerine alan tanımak, hem psikolojik sağlıkları hem de sosyal becerileri için kritik öneme sahiptir. Onları dinlemek, değerli olduklarını hissettirir. Çocuklarımızı, özellikle kız evlatlarımızı susturmaya çalışmayalım. Bırakalım diledikleri gibi konuşsunlar, dertlerini anlatsınlar. Sesleri çıksın !