“Savaşan tüm taraflar Tanrı’nın ve Ata Ruhların kendi yanlarında olup, düşmanlara karşı koruduğuna inanır!” diye anlatmaya başladı Dos Santos. Kadim kilise dogma ve bağnazlıklarından yararlanarak, yandaşlarını Kazakların bağımsızlık hareketine karşı kışkırtanlar hakkında yorum yapabilecek kadar, o camiadan geliyordu. Yaşadıkları yeterdi. Sözlerini sabırla dinledik. “Tabii ki, gerçekte Tanrı’nın hangi tarafı tuttuğu konusunda hiç kimsenin güvenilir bir garantisi olamaz. Çok tanrılı ilk kent devletleri zamanında, her devletin kendi ilahı varmış. O kenti korur, güçlendirir, onlardan aldığı kurbanlar karşılığında da dileklerinin yerine gelmesini sağlarmış. Bu kentlerdeki tapınaklarda yaşayan rahip sınıfı, kendi ilahlarının baş edilmez gücünü kanıtlamak için her tür olanaktan yararlanmaktaymış. Tapınakların ihtişamı, heykeller, freskler ve resimler gibi görsel malzeme, asil sınıfın ve toplum önderlerinin tapınaklardaki görünürlüğü, hepsi de bu amaca hizmet edermiş. O ilaha sadakat ile bağlılık refah, zenginlik vaat ederken, karşı çıkmak ise, tam tersine felaket getirirmiş. Bu tüm kent devletlerinde hemen hemen aynı. Asıl mesele, bunlar karşı karşıya geldiklerinde ne olduğu. Savaşı kazanan ve kaybedenler, o kentlerin ilahları olur, buna göre öykülerde, mitlerde yerlerini alırlarmış. Böylece en başarılı ilah giderek ilahlar cemiyetinde yükselirken, kaybedenler aşağı düzeylere düşer, sonunda da yok olurmuş. Bire bir, insan toplumlarındaki düzenin, kutsal sayılan göğe uyarlanmış bir modeli. Bu da çok doğal, insan ancak bildiğini anlayıp, anlatabilir. Anadolu’ya yaban ellerden gelen Hititler böyle bir ortamla karşılaşmış, ancak kendilerinden öncekilerden farklı bir senaryo oluşturmuş. Kaybeden ilahların, kazananlara sadakat yemini ederek bağlanması. İşte bu tipik kuzey – güney farkıdır. Güneyli kültürlerde kaybedenin yok edildiği bir israf yaşanırken, her açıdan kısıtlı canlı kaynakları olan kuzey Avrasya’da, tam tersine olabildiğince yararlanmak ön plandadır. Kaybeden imha edilmez, kazanana katılma şansı verilir. Böylece kazanan, zamanla kendi içinde farklılaşırken, kaybeden de kazanandan farklı şeyler edinerek gelişir. Böylece kuzeyli step halkları savaşlarla çoğalırken, güneyin kent devletleri zayıflayıp yok olmuş. Hititlerin kendilerinden öncekilerin başaramadığını başarıp, Anadolu ve Orta Doğu’da ‘Pax Hettiter’ denen, çok uluslu ilk imparatorluk barışını kurabilmesinin nedeni bu. Kazan kazan sistemini uygulamışlar. Kazanan mutlak melek, kaybeden de iblis değil. Bunların hepsi melek – ifrit kartelasında ortalıkta bir yerlerde dolaşıyor”. Bu son sözlerine hepimiz güldük.
“Ancak karanlık çağların bağnazlığından kurtulamamış bazı kiliseler için, güneyli kültürlerin buluşu olan, tek taraflı, despotça kazanma hırsı hala geçerli olabiliyor. Slav halkları ve tüccarları, ideolojik devrimlere karşın, ne yazık ki, Çarlık dönemindeki bağnazlıktan tam olarak arındırılabilmiş değil. Bu yüzden şu melek – şeytan ikilemine çabuk kapılabiliyor. Kazan kazan değil, kazanan her şeyi alır, kaybeden yok olur mantığıyla yaşıyor. Bu düzeni sarsabilecek atılımları da iblislikle eş değer tutuyor. Bu konuda içsel bir inanca sahip olduğu için de cehaletin acımasızlığı ile, korkunç işler yapabiliyor. Karşıtlarını, iblislerle bir tuttuğu Düşkün Melekler olarak görürken, onlara karşı kutsal savaş açmak heyecanı ile, çok kolaylıkla Cehennem Lejyonları’nın en başıbozuk, en acımasız, en kuralsız ve hain askerlerine dönüşebiliyorlar. Bunu gözden kaçırmadan, nasıl bir düşmanla karşılaşabileceğimizi bilerek, en sıra dışı ve acımasız çatışmalara hazır olmalısınız. Bilin ki, bu tür çatışmalarda kaybedenin teslim olma şansı yoktur, yenilen yok olur!” Bunlar çok korkutucu yorumlardı, ancak Palkovnik ve Togrul Kan gibi, saha ve çatışma deneyimi yüksek dostlarca da onaylandı. Savaşların da kendine özgü etik kuralları olabilir, ancak bu kez olmayacaktı. Çünkü taraflar birbirini iyi tanıyordu ve her iki tarafta da kaybetmek korkusu vardı.
Dos Santos, Palkovnik’in Düşkün Melekler konusundaki sorusunu da yanıtladı. “Bunlar da adı üstünde, aslında melekmiş. Ancak sığındıkları bir dağ zirvesinde, asırlarca göğü izleyip, ilahlarından bir haber beklemişler. Gelmeyince de umutsuzluğa kapılıp, o güne dek uzak durdukları insanlara karışmışlar. İnsan kadınlarından çocukları olmuş. Bunlar devlermiş. O çocuklarına, bildikleri her şeyi, yazıdan sağlığa, ilaçtan silaha, tüm ilahi teknolojinin sırlarını öğretmişler. Dünyadaki krallıklar böyle kurulmuş. Bir gün gökten bekledikleri melekler gelip de onları böyle görünce, aralarında sonsuza dek sürecek bir savaş çıkmış. Bu da aslında ilahi bilgi ağacının meyvelerinin insanlarla paylaşılması nedeniyle çıkan bir çatışmayı anlatıyor. İnsanları bilgilendirip, eğitmenin ne denli ağır bir günah olduğu varsayımı üstüne kurulu. Birileri bu durumu asla kabullenemiyor anlaşılan.”
“Onlara göre, Düşkün Meleklerin bu dünyadaki son çocukları da yok edilinceye dek bu lanetli savaş sürecek!”